19 Haziran 2012 Salı

birinin sopası olsa....

eski yazılarıma şöyle bir göz gezdirdim de, aşk üzerine amma da ahkam kesmişim! schopenhauer'den nietzsche'den dem vurmuşum, ilk aşkımı ilan etmişim, vapurlarda yaşlı aşıklara bulaşmışım, dır dır da dır dır! bir tek kendime olta atmamışım. halbuki bloğumun okuru en çok benim başıma gelmiş hadiseleri merak ediyor (ey okur, yanlışsam üç kez tepeme vur!). işte itiraf ediyorum geçtiğimiz bahar mevsimi biraz gecikmeyle de olsa benim de başımı yaktı. tam "seni seviyorumlar, sana aşığımlar" sanskristçeden tercüme edilmeye başlanmıştı ki, üstelik ilk, sonradan aşkın imkansızlık ilkesini anımsatarak kayıplara karışacak olan karşı taraf saflarında telaffuz edilmişti bu. şapşal bendeniz ise bu kaçışı kovalanmak istiyor diye algılayarak bir kaç hafta daha peşinden seyirttim o güzelin, ama neyse ki yüz vermedi. verseydi düşünsenize manzarayı, mutlu mesut bir ben! mazallah! çekilir cinsten bir durum olmazdı insanlık için. netekim ben de acıdan deli divane bir kaç haftayı geçirdikten sonra kendime gelmeyi becerebildim. sanırım gelebildim. en azından şu anki ruh halim buna işaret ediyor. (şimdi bu nasıl anlatiş, hani dadından yinmez detaylar diyerek ağzı sulanan okurlarıma şimdi okkalı bir iki kelam etmek isterdim, ama okuyucum olmaktan cayarsınız diye, o nidanızı duymamış gibi yapacagım). şimdi geçmiş bir aşkı neden kurcalama ihtiyacı hissettim? zira aşkın nemenem bir zerzevat olduğunu irdelemek için elbette. gereksiz demiyorum, sadece zerzevat işte. aslında olmayan bir şey yarattığımız için. iki insan bir duyguyu paylaştığını sanıyor, ama gelin görün ki bir taraf iki kişi arasında söylenen sözcükleri çok ciddiye alıyor. diğeri ciddiye almak şöyle dursun, söylemiş olmak için söylüyor belki de, an öyle gerektirdiği için belki. hadi günahını almayalım, "o an öyle hissettiği için" diyelim. ya da bal gibi öküzün önde gideni olduğu için olsun. hangi sebepten söylediyse söylesin, neticede biri aslında yaşamadan, yaşamış gibi yapıyor, beriki dipsiz bir kuyuya atlıyor gözleri kapalı. ya da aşk kavramıyla yücelttiği nesne belki de kendisine giden yolda salt bir vasıta. yine schopi'ye dönecek olursak, ki kendisi çok manalı bir laf etmiş bu mevzuda: "gerçek ve saf sevgi acımadır. acıma olmayan diğer sevgiler kendine düşkünlüktür." hadi buyrun buradan yakın. demek ki bu durumda, dünyada aşk ya da sevgi namına bir şey yok, hepsi minik egolarımızın yansıması sadece. nedense bir rahatlama hissediyorum şimdi. sadece olmayan bir şey uğruna gereksiz acılar çektiğimi farkettiğim için değil sadece. gerçi kendime bu kadar düşkün olduğumu ayırt etmem aslında o kadar da rahatlatan bir şey değil. benimkisi daha çok züğürt tesellisi işte. ama işte geldik yine yukarılarda ifade ettiğim teorime: aşk bir zerzevat, arada tüketmenin faydalı olduğu, ama fazla kaçırınca midenizi alt üst edip zihinsel yetilerinizi felç edebildiği bir zerzevat. yani siz siz olun, ne çok odaklanın bu mevzuya, ne de hayatınızdan iyice söküp atın. ya da siz en iyisi benim yazıyı hiç okumamış gibi yapın, hepimiz rahat edelim.

2 yorum:

s6 dedi ki...

Sevginin veya aşkın kendine düşkünlük olması onun gerçek olmadığını gösteren bir şey değil ki, Schopenhauer fazla keskin ayırmış bence.

Şurdaki konuşmadaki psikolog da aşkı (sevilmeyi değil de sevmeyi, aşık olmayı) bir ihtiyaç olarak tanımlıyor, belki ilginizi çeker (gerçi tam kaçıncı dakkada o konuya giriyor unuttum, biraz uzun bir konuşma):
http://www.thirteen.org/forum/topics/lust-romance-attachment-the-science-of-love-and-whom-we-choose/281/

zibirix dedi ki...

Video maalesef açılmadı ama yazısı da enteresandı, çok teşekkürler.
ve schopenhauer'in görüşüne ben de katılmıyorum, ama güzel geyik malzemesi veriyor ;)