24 Ağustos 2007 Cuma

Prag yolu - gidişin olsun da dönüşün beter olsun!

tefrikaya başlarken, belki de ilk yazımın bu olması gerekirdi, ne de olsa macera burada başlıyor, üstelik hem gidişim hem de dönüşüm kayda geçecek kadar orjinaldi.
almanya'da bir seminer için iki haftalığına bulunduğum süreçte, bir hafta sonu kaçamağı şeklinde planladığım geziye, tren biletini alarak başladım. yaklaşık 170 euro olan normal bilet fiyatının yarsından dahi az bir bileti bulunca üzerine atlamıştım.
sevindirik bir halde perona gittiğimde ne göreyim, doğu
almanya zamanlarından kalma külüstür bir tren orada durmasın mı? o saatten sonra yeni bilet alma imkanı da yoktu, boyun eğip bindim. tek tesellim de her ne kadar gidişim koltuklardaysa da dönüşüm hiç olmazsa yataklı vagonda olacaktı.

binerken, yoğun bir şekilde çekik gözlü arkadaşların akını da gözümden kaçmış değildi. herhalde kalabalık bir asya kafilesine denk geldim diyerek bindim.
ancak vagona binince ve dört adet çekik gözlüyle aynı kompartımanna denk düşünce, hükümetlerinin bunda parmağı var diye düşündüm: gidin dünyayı istila edin!

resimde görülen lacivertli beyefendi
oğlumuz beş kelime ingilizcesi ile, yola çıktığımız gece saat onbir itibariyle sabah üçe kadar beni çıldırtmayı başarmış yetenekli bir insan evladıydı.
ve o beş kelimesinin çeşitli kombinasyonları ve benim üstün bilmece çözme yetimle, bunların koreli olduğunu, hükümetçe de gençlerin yurt dışına çıkmaları desteklendiğini (dememiş miydim!?) öğrenebildim. diğerleri ise o beş kelimeden bile yoksun olduğu için pek bir şey dememişlerdi, ama açıkçası o tek kişi yetmiş de artmıştı.
sonunda biraz uyuyayım, yarın bir kenti keşfetmek istiyorum diyerek kaçmıştım o muhteşem sohbetinden.

dönüşümün bundan da beter olacağını nereden bileyim?!
çek insanlarının üstün misafir perverliğinden yakamı zar zor sıyırıp
(tefrikanın üçüncü bölümünü onlara adayacağım) canım güzel ülke almanya (çek cumhuriyetiyle kıyaslanınca cennet sayılıcak bir ülke) diyerek bindiğim yataklı vagonda bir kanadalı, iki fransız çiftin ve benim dışında komple trenin yine bu koreli gençlerin istilasında olduğunu görünce bir yutkundum. sonra, gidiştekiler gibi değildir umuduyla kompartımana girdim. o külüstür trenin külüstür kompartımanında altı adet ranza olduğunu görünce ikinci kez yutkundum, ama üst ranzalardan birinin bana ait olduğunu görünce yutkunmakla kalmadım, soğuk terler de döktüm. sanki başıma gelecekleri hissetmiş gibiydim.

sonra bizim koreliler akın etti: iki hatun üç erkek.
üstelik bu seferkiler o beş kelime ingilizce bilgilerinden muaf gibiydiler.

önce benim ranzamın ayakucundaki boşluğuna bir tanesinin bavulunu yerleştirmesiyle başladı olay, el kol işaretleriyle, benim o boşluğa kendi çantamı yerleştirmek istediğimi anlattım da, geri aldılar.
üstelik girişmeye çalıştığım nezaket icabı diyalogları da ellerinin tersiyle de itince, ben de ertesi sabah erkenden seminere katılmam gerektiğinden onbir gibi yattım.

ama uyumak ne mümkün?
beni diyaloglarına almamış olmaları, konuşamayı sevmediklerinden değil, ingilizce bilmediklerinden ya da yabancılarla muhabbet etmeyi sevmediklerindenmiş, yoksa kendi aralarında dangur dungur korece konuşup durdular, hem de bangır bangır. hani tam uykuya dalacağım anlarda biri çığlık çığlığa gülmese, yine çok rahatsız olmazdım.
bir kaç defa rica edip sonuç alamayınca dayanamadım, bağırarak susmalarını ingilice ve tarzanca karışımı bir dille anlattım. sanırım anlamışlardı ki, uykuya dalabilmiştim ben de.

ama bununla biter mi? bitmezzz: böylece pencere maceramız başlamış oldu!
bir saat sonra, bu sefer içerisinin aşırı sıcak olması yüzünden uyandım: ne olmuş dersiniz? evet ya, pencereyi kapatmışlar!
hava sıcaklığı 35 derece, kompartımanda 38, üst ranzada bu sanırım 40 dereceye çıkıyordu.
hepsi uyumuuş olduğundan eğildim, pencereyi açtım, içeriye esen azıcık rüzgarın serinliğiyle de uyuya kaldım. lakin bu rahatlık ancak yarım saat sürdü. yine uyandım: pencere kapalı. yine açtım. ve bu sanırım bu şekilde üç dört defa gitti, ta ki, ben alt ranzada yatan koreli balinanın, kafasını pencere tarafına dönmüş olduğunu ayırt edene dek. neyse bunu dürtüp öbür tarafa dönmesini sağladım da, rahat ettim.

yetti mi? yetmezzz: bir vukuatımız daha oldu:
sınırdan geçerken, sınır polisleri kompartımanları gezip pasaport kontrolü yapıyorlardı ki, bizim kapı vurulunca uyanan bir tek ben olduğumdan, kapıyı yukarıdan ittirmeye çalıştım. kapıyı itsenize dememe rağmen polis, kapı kilitli dedi. durumu garipseyerek kapıyı çekelemeye çalışırken ne göreyim, bizim çekik gözlü bıdıklar kapıyı zincirlemişler!? (keşke o an bunun fotoğrafını çekmeyi akıl edebilseydim).
hani gece boyunca kesseler beni, kimse kurtarmaya gelemeyecek!
neyse uyandırdım bunları da, kapıyı da tekrar zincirletmedim. neymiş, can güvenlikleri için zincirlemişler! ee benim can güvenliğim ne alemde?

ertesi sabah topuklarımın totoma vura vura o kompartımandan kaçtığımı duyunca şaşırmamışsınızdır eminim.

dip not: belirtmeden geçemeyeceğim, gerek giderken, gerek dönüşte, koreli kadar etmediğimizi ayrımsadım. onların pasaportlarını doğru düzgün kontrol etmezken sınır polisi, benim türk pasaportumu mercek altına alıp uzun uzun incelemişti. yoksa tipimden potansiyel suçlu olduğum mu anlaşılıyordu ne?

1 yorum:

Adsız dedi ki...

hahahah ;)) pardon Zibicim ama komigime gitti ;) sayende okurken gozumde olaylar canlaniveriyor ve hep bir komiklik seklinde ;)) ilahi cok yasa emi...fakat su pasaport olayina ben de illet oluyorum!!! gecmis olsun arkadasim ;) herhalde bende o kompartimanda cildirirdim...