31 Aralık 2012 Pazartesi

yeni yıl

yeni yıl histerisine kapılmayacağım, kesin kararlıyım! bütün gün televizyonu açmadım ki, etkisine girmeyeyim. ne de olsa kesin bütün kanallarda yeni yıl heyecanına sabahın erken saatinde kapılmış vaziyetteydiler.  açmadığım için bilmiyorum. ama öyle olduğundan da eminim. eee, bunca yılın tecrübesi var. 
akşam üstü olunca benno'yu alıp sahile indim. dönüşte çok sevdiğim bir arkadaşın atölyesine uğradım. birisi bir anda koca bir kek getirdi. direkt millet yılbaşı moduna girmiş bir şekilde kek kesti. yendi içildi. hadi eşeklik omasın ben de mecburen katıldım. baktım ki, aaa dur yahu, hoşuma mı gidiyor ne. milletin tabii programı belli. kapadı atölyeyi davetlere uzadı. 
ben de hadi bari hemen eve gitmeyelim dedim, uzun zamandır görmediğim bir arkadaşın kitabevi'ne uğradım. kapalı olduğunu sandığım kitapçı meğerse karanlıkta demleniyormuş. beni de içeri davet etti. bir anda ne olduğunu anlamadan yıl başı moduna giriverdim. hele üç kadeh viski sonrası arkadaşı ablasına gitmek üzere ido iskelesine bir geçirişim var ki benno'yla, gözlere şenlik!
eve geldik, benno beş saatlik gezintinin yorgunluğunda sızdı kaldı bile. bense yıl başı moduna çeyrek vaziyette girmiş bir halde kalakaldım. 
halbuki ne güzel bundan çok uzak kalmaya niyetliydim. davet eden hiç kimse de yok. ne yapacağım şimdi?
oysa kanapeye kıvrılıp güzel bir şekilde uyuklayarak geçirmek de var...?!



29 Aralık 2012 Cumartesi

üç kuruşluk indirim manyağı

anlayan beri gelsin...
mayıs'ın ortasıydı ikibin lira bayıldığım telefonun denize düşmesini sineye çektim, ne sigortasını almaya çalıştım ne de doğru dürüst aradım. yedi yıllık külüstür telefonumu paşa paşa kullanmayı bile göze alarak. 
ama gel gör ki, bugün markette, üç liralık indirimi yapmadılar diye ortalığı birbirini kattım! bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?! valla ben çözemedim. siz çözersiniz, bir zahmet bana da bildirsenize! 

4 Aralık 2012 Salı

dilek

bir şeyi çok dilersiniz ya. aylar boyunca o dileğinizi düşünür, onunla kalkar onunla yatarsınız da, keşke olsa derseniz. aslında gerçekleşmesinden yana hiç umudunuz yoktur. ama bu durumu değiştirmek için de bir şey yapmazsınız. çünkü durumu kabullenmişsinizdir.
loto oynamak gibi. milyarda bir ihtimalin olduğunu bilirsiniz, ve o milyardan biri olmayacağınızı da bilirsiniz ama yine de her hafta bir kupon doldurmaktan kendinizi alamazsınız. kandırmak mıdır o kendini? yoksa ne kadar inkar da edilse umudu yitirmeme çabası mıdır bu? hadi burada bir çaba var. aktif bir girişim. bir de hiç loto oynamadan paracıkların kendisine çıkacağını hayal eden bir güruh vardır. tek bir loto kuponu doldurmaz. ama yine de umut eder. utanmadan sıkılmadan hem de.  
ya da işinde terfi etmek ister, ama olağanüstü bir çaba gösterip de üslerinin gözüne girmeye çalışmaz.  ya da çaba gösterse de bir şey değişmeyeceğini, nasılsa yine de tuzu kuruların ve yalakaların o terfiyi alacağını bilir. başka örnek vermeye zorlamayın beni güzel kardeşim. anladınız işte umutsuzlardan, umutsuz vaka dedikleri o mefhumdan bahsediyorum.   
bendeniz de o güruha girdiğimi burada itiraf etmekten kıvanç duyarım. aylardır ahlanıp vahlanıp dilekler dilemiştim. hiç bir umudum olmadan. yalan yanlış loto kuponları bile doldurmuşluğum yoktu. hatta uğruna şiirler düşüp yanlış beyanatlarda bile bulunmuştum. o kadar umutsuz bir vakaydım.  ama   dün gece ne olduysa oldu, benim bu umutsuz dileğim bir yerlerden duyuldu nihayet. ya da bir başkasının deyimiyle "çağrıldı". 
dileğimin ne olduğu ve nasıl gerçekleştiğini burada anlatamam, boşuna sormayın. o ancak şiirlere mevzu bahis olabilir, oluyor, olacak. 
hala dünün keyfi üzerimde. elbette düş gördüğüm ihtimali de var. sabah uyandığımda, düş olmadığına dair delilleri incelemek zorunda kaldım. o kadar şaşkınım anlayacağınız.  düş de olsa dert değil zaten, ama düş olamayacak kadar da güzeldi.  
yani uzun lafın kısası olarak şu beylik lafı etmeden geçemeyeceğim: ne dilediğinize dikkat edin, gerçek olabilir.

15 Kasım 2012 Perşembe

teslimiyet ve inanç -2-

"sustuğumuz için açığa çıkamıyor, sır gibi saklanıyor bu fizik ötesi dünya?!"
demiştim bu sabah, ya da gecenin bitiminde. ama özenle de susmaya devam ettiğimi fark ediyorum şimdi. çünkü nereden başlayacağımı bilmiyorum. 
konuşursam deli diyecekler, susarsam ben kendime yabancılaşacağım. 

aylardır edebi mecmua'da şiirle anlattıklarımı izlenimci bir üslupla düz yazıya çevirmeye kalktığımda tıkanıp kalıyorum. zira şiire sığınıp, onun ardına saklanmak çok daha kolay. her ne kadar olanı biteni imgelere çevirmek zor görünse de. düz yazıda son, ama aslında bilhassa mayıs ayını, değil yazmak, düşünmek bile aklımdan tam anlamıyla şüphe etmeme sebep oluyor. 
gülerek deliliğini ilan etmek başka, bu düşünceyle gerçek manada başa çıkabilmekse bambaşka. iki ayrı mevzu. 
ve işte yine başlayamıyorum anlatmaya. boş bir sayfaya saatlerce bakıyorum, sanki kendiliğinden dökülecek satırlar. 
belki de sondan başlamalıyım?!
sorun şu ki, yeniden uykuya bağımlılığım gelişti. uyku zihni zayıflatıyor, düşünme yetisini baltalıyor. keşke hiç uyku ihtiyacımız olmasa! hele ki ömrün üçte birini uykuda geçirdiğimizi düşündükçe... uykuya feci halde düşman kesildim. ki bunu daha önce anlatmıştım bir yazımda. ne ne zaman sıkıya gelsem zihnim yeniden uykuya sarınmak istiyor. 
onaltı yaşındayken jack london'ın "martin eden"i okumuş, yazar olan kahramnın daha çok yazabilmek uğruna uykusunu bir saate indirgemesinden öyle etkilenmiştim ki, ben de uykumu kısmaya başlamıştım. tabii ancak dört saate indiriebilmiş, genç. bedenim ama ancak beş altı ay buna dayanabilmiş, çok zayıflamaya ve göz altlarım morarmaya başlayınca annem durumu anlamış ve beni zorla uyutur olmuştu. 
biliyorum konudan sapıyorum. gayet bilincindeyim. 

gerçeği yazmayı başarmış olanları düşünüyorum. ya yeni bir dînin yayılmasına neden oldular, ya da hayal gücünün ardına sakladılar. 
kutsanmış biri olmadığıma göre kendi gerçekliğimi ancak hayal gücümün ardına saklayabilirim.  o halde bu yazının bir manası yok. edebi mecmua'da görüşürüz...



teslimiyet ve inanç

ya da inanç ve teslimiyet mi demeliyim? hangisi önce gelir, hangisi sonra? inanç nerede başlar ve ne zaman teslim olur kişi?
yirmi küsür yıl süren felsefeye sığınmışlığım, katı bir maddecilikle örülü olmasa da metafiziğe hep şüpheye bakan bir tutum içeriyordu. gerçi altı yedi yılda bir metafiziksel bir patlama yaşıyor, o yanımı inkar etmesem de ondan şüphe etmiş olmanın acısı yoğun bir zihin karmaşası yaşatarak çıkartıyordu benden. belki de tam tersi bir ifadeyle o dönemleri anmak daha doğru olacak: olabildiğince berrak bir zihne sahip olarak geçiriyordum o dönemleri. çünkü evreni, kainatı, gelmiş geçmiş tüm yazılmış eserleri anlayan bir zihin berrak değildir de nedir?
"ohaaa, küçük at da civcivler fayda görsün" minvalinde bir itiraz duyar gibiyim. de de güzel okuyucm! ben de bunu başkasının yazısında okusaydım, yaşadıklarımı yaşamadan evvel, "uçmuş bu" derdim. yalan yok, gerçekten de uçtum! ne de olsa maddeci zihnin henüz açıklayamadığı bir yığın fenomen var! ve iki ayağının üzerinde yürümekten yorulmadın mı sen de sevgili okurum? hadi gel birlikte uçalım accık...
gerçi wittgentstein, konuşamayacağımız şeyler hakkında susmamız gerektiğini söylemişti.  ve belki de sorun orada başlıyor. sustuğumuz için açığa çıkamıyor, sır gibi saklanıyor bu fizik ötesi dünya?! 
gerçeğin kollektif hafızamızda yer aldığını düşünüyorum. bilyonlarca, katrilyonlarca ve işte matematiksel üst rakam neyi el veriyorsa, hadi artı sonsucza olsun, işte o miktardaki puzzle parçasına bu kollektif hafızanın bölünmüş olduğunu düşünün. o puzzle parçaları biziz. ontolojik bir düzeyde düşünebilme yetisine sahip her zihni bir puzzle parçası olarak düşünün (burada "düşünebilen" kelimesine vurgu yapmak isterim, "düşünen" demedim). ve işte sadece bütün o parçalar bir araya gelince gerçeği bulmuş olacağız.  ama zaman kavramını icat etmiş olduğumuzdan beri, (görecelilik kuramını düşünerek) herbirimiz aynı hızda, paralel bir zihinsel gelişimi gösteremediğimiz için, parçaların bir araya gelmesi imkansız gibi duruyor.  
a priori ve  a posteriori zamanlarında mümkün olabilir gibi duruyor. yani zamanın henüz olmadığı ve zaman sonrası olan o anda. ki tek bir andır o. yılanın kuyruğunu ısırdığı döngünün ara noktası belki de. kant'ın transsendantal dediği yer, an. zaman ve mekandan bağımsız olan. ah işte, felsefi  bir diskurun varamayacağı noktaya çabucak geldik. felsefe, inancın olduğu noktaya maddeci bir dille varmaya çalıştığı için hep çuvallıyor.  çuvallama elbette doğru kavram değil. neticede, felsefe görünen dünyayı anlatmakta.  ve iyi de etmekte, zira hala feuerbach gibi düşünüyorum, hayat felsefede başladı, felsefede bitecek. inancı konuşmak zaman kaybından başka bir şey değil. ama işin kötü tarafı; ben artık zaman kaybına uğramak istiyorum. ya da işte "öteye" varmak istiyorum. 
şimdi size, istemekle kalmadım, kendi puzzle parçamın ötesine geçip resmin bütününü kuş bakışı da olsa, görmeyi beceredim desem, ne karşılık vereceğinizi duyar gibiyim. evet evet psikolğum var, ama o benden de kaçık! 
ve şimdi yeniden o minik puzzle parçasının içine hapsolmuş bir minik zihnin işkencesini yaşıyorum. fizik ötesi yaşadıklarına maddeci zihnin sınırlılığında şüpheye boğulan halimle...
ne zaman gerçek manada teslim olabileceğim?!

sabahları mübi ve benno sayesinde tanımış olduğum behruz kia'nın "dünya" şiirinden çıktı bu yazım. hadi onu da paylaşayım da olsun bu iş:

dünya
sürekli ateşin
etrafında dönen
evrenin bu çocuğu,
gökyüzünü kıskanıyor.
sadece bu çocuk,
kollarında
denizlerdeki yaşamı taşıyor.
dalgalar,
sudan kabaran,
toprağa inen 
denizlerin şarkısıdır.
ve, şu küçük melek,
hala borusunu öttüren,
şu küçük beyaz bulut parçasının
üstünde oturuyor.
çünkü aşk, satan'dır,*
ve melekler adını unuttu.
ve insan,
korku yüzünden,
zarafetten, yağmurdan,
ve rüzgardan düştü.


*: satan kelimesinden ingilizcesine bakmasam, emin olamazdım. şeytan kast edilmekte. 

8 Kasım 2012 Perşembe

cloud atlas ve kötü sinema salonları ...

uzun zaman sonra sinemaya gitmeme değdi bu film kesinlikle! olay örgüsü altı ana öykü üzerine kurulu ve  farklı zamanlarda sürekli yeniden yolları kesişen ruhların farklı kişiliklerde olup birbirinin hayatını etkilemesinden oluşmakta. basitçe söylemek gerekirse, reenkarne olan, ikisi ana olmak üzere, toplam 15 karakterin film boyunca farklı ırk ve akrabalık, arkadaşlık ya da düşmanlık ilişkisinde yeniden karşılaşması da diyebiliriz buna. 
film aslında olağanüstü etkileyici. sonmi karakterinin de filmde söylediği gibi: "ölüm sadece bir kapı. kapandığı anda, başka yerden yeni bir kapı açılır!" demek ki ölümden sonra yeniden dünya'ya, ya da bu dünya olmasa bile başka bir gezegende yeniden insan formunda yaşama merhaba diyecek ve toprak altında kurtçuk maması olmakla kalmayacağız hissiyatını veriyor. bu size teselli ediyorsa, elbette hemen zaman kaybetmeden filmi seyretmeye gidin derim. ama durum o kadar basit olmamalı. 
tabii ki bu hem senaryosunu yazan ve yöneten wachowski kardeşlerle tykwer usta'nın hayal gücü. onlar böyle buyurmuş. çok da güzel buyurmuş. film boyunca aslında bir nevi ölümsüzlüğü yaşıyorsunuz. yok o çağda, yok bu çağda, hem de aynı bedende yeniden dünyaya gelerek, aslında minik molalarla faniliği ekarte etmiş oluyorsunuz. tabii filmde. 
yeniden dünyaya, ya da işte başka bir evrende dünyaya gelme fikri iyi de, bu neden sürekli aynı bedende vuku bulmak zorundaymış diye insan sormadan edemiyor. tabii sinema dile bu, şimdi farklı oyuncu kullansalar, sonraki hayatlarında kimin kim olduğunu seyirci karıştıracaktı diye itiraz edilebilir. yine de bu kadar kolaya kaçılmaması gerekirdi diye düşünüyorum. istedikten sonra bunu anlatacak bir dil muhakkak geliştirilebilirdi. reenkarnasyonun, sanki başka yaşam formu kalmamış gibi hep aynı bedende ve ille de insan formunda olması bence biraz kısır bırakmış, daha da zenginleşme olasılığı olan olay döngüsünü. yani resmen insanın wachowski kardeşlerle tykwer ustanın daha çok oyuncuya parası mı çıkışmamış diyesi geliyor. zaten siyahi ya da çinli oyuncuları beyaz ırk mensubu gibi göstermeye çalışmaları da biraz komik ve inandırıcılıktan uzak olmuş. ama başka bazı oyuncuların da büründüğü kimlikler o kadar başarılıydı ki, ardında hangi oyuncunun olduğunu anlamak için jeneriği beklemem gerekti. 
film her ne kadar farklı zaman dilimlerini anlatıyor gibi görünse de -bunu sonmi'nin anlatımından anlıyoruz- sürekli farklı zamanlar arasında atlaması ve belli bir sıra gütmemesi bana paralel evrenler çağrışımını yaptı daha çok. zaman akışının hızlı veya yavaş ilerlemesine oranla da farklı çağları yaşayan paralel evrenler. ve aslında hepsi tek bir anda olup bitiyor da, yaşam formlarının farklı zaman algısı yüzünden aralarında binlerce, yüzbinlerce ve hatta milyonlarca yıl varmış gibi görünüyor. tabii benim yaşama bakışımı yansıttığı için böyle düşünmek hoşuma gidiyor. sizin bu anlamı çıkarmanız gerekmez. 
her ne kadar eleştiriye boğmuş gibi dursam da, film genel manada çok hoşuma gitti. çok zengin bir anlatım ve etkileyici bir yaratıcılık ürünü olduğu kesin. hiç. bir anında sıkıldığımı anımsamıyorum. hatta sinema salonunda aniden başlayan ve rahat onbeş dakika boyunca susmak bilmeyen alarma rağmen yerimden kıpardayamadım. 
ne alarmı diye şaşırdınız değil mi? ikinci yarıdan sonra, durduk yerde alarm başladı. neredeyse isyan çıkarıyorduk ki, fuayiye çıkınca orada daha beter bir alarmın çaldığını duyunca vazgeçtik. demek ki genel bir arıza vardı. neyse ki alarmın başladığı noktaya geri sardılar filmi de o kısmı yeniden seyredebildik. 
tabii ilk yarısında soğuktan donmam ayrı bir şikayet konusu, ama şikayet edince, ikinci yarıda klima mı açıktı da kapadılar yoksa kaloriferi mi açtılar bilmem, ısınmaya başladık. ama tam ısındık derken de şu alarm tepemizde öttü. kadıköy'ün en büyük sinema kompleksinin bu kadar köt hizmet vermesi ayrı üzücü ya, şimdi buna ne desem bilemedim. 

7 Kasım 2012 Çarşamba

Instagram ya da nasıl gelin güvey fotomodel olunur...

epeydir şu fotoğraf sitesine müptela olmuş vaziyetteyim. hatta tablet bilgisayarım üzerinden app'ini de indirdim, hababam fotoğraf çekip yüklüyorum. elbette şimdi değerli okuyucuma bu siteden aldığım keyif ve neşeyi anlatmak değil bu yazımın amacı. yok yok. ben asıl, değerli okuyucum için yemeyip içmeyip, oradaki insanların enteresan yaklaşımını didiklemek istiyorum. tabii ki bu sitenin/aplikasyonun amacı  aile, arkadaş vs ile kolay fotoğraf paylaşımını sağlamak. ama her ne hikmetse, explore sayfasını dolaştığımda hep benzer türde fotoğraf paylaşımcılarının resimlerini görüyorum: kendini reklam malzemesi yapan genç kadınlar. arada yeni yetme erkekler de bu kervana katılıyor, ama ağırlık hemcinslerimde. üstelik çoğu da model bile değil. ve nasıl oluyorsa sabah kalktığı andan yatana kadar kendini nesneleştirmiş olduğu resimlerle dolu profilleri var. kim olduğu belirsiz insanların özel hayatlarının nasıl bir ilgi unsuru olabileceğini düşünüyorlar ki?! ve bu kişilerin takipçi sayısına bakıyorum, binlerin, onbirlerin ve abartısız, bazılarının yüzbinlerin çok üzerinde takipçisi olabiliyor. yani amaç çoktan eş, dost, akraba ile fotoğraf paylaşımını aşmış, bir nevi "selibriti", "ünlü" olma derdine dönüşmüş vaziyette. 
galiba facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin başlattığı bir deformasyon bu. özel hayatını olabildiğince geniş kitlelere deşifre etme ihtiyacı. çünkü 
bir yandan özel hayatımız kalmadı, internet üzerinden izlenebilir olduk diye ver yansın eden evhamlı bir kitle ve diğer yanda bunun tam tersi, kendini olabildiğince ifşa edenler! 
hani artık ürettiği ile değil, sadece kendi olmakla bir ürüne dönüşüm var burada. hepsi birer paris hilton olma gayretine girmiş minik pariscikler. 
bu beni niye mi dürtüyor? 
tamam, bu günümüz medya araçlarının sağladığı global iletişim muhakkak. aslında ona diyeceğim bir şey yok. kendisi bir değer üretemiyorsa bu açlığını kendisini nesneleştirerek ortaya koyabilir. onun tercihi. benim derdim, bu programın/aplikasyonun, yani bu resimleri seçen hangi mercii ise, ağırlığı bu minik parislere veriyor olması. explore sayfasına girdiğimde, ben kendim gibi fotoğrafçılık için fotoğraf üretenlerin eserlerini de eşit ağırlıklı olarak görmek istiyorum. 
hepsi bu! 
çok şey istemiyorum değil mi?


6 Kasım 2012 Salı

benno maceraları

söylemiştim ya, benno girdi hayatıma artık bolca onu anlatırım diye. buyrun işte, çok ara vermeden hemen yeni vukuatlarını sıralıyorum küçük beyimizin:
hafta sonu sabah yürüyüşümüzü yaparken, beyimiz kakasını yaptı. tam almaya yelteniyordum ki az ötede mavi bir şey gördüm. daha henüz zihnim, yahu bu şey bilmem ne olmasın minvalinde durumu anlamaya çalışırken, benno çoktan biri iki saniye sonra olta iğnesi olduğunu tahmin ettiğim mavi şeyi kapıp kaçtı. benno önde, ben arkada, benim donları doldurmaya ramak kala bir koşuşturmacadan sonra küçük yaramazın bir anlık boşluğundan faydalanıp attım kendimi üzerine. bu arada da olta iğnesini çiğnemeye çalışıyor bizimki!
neyse ki bir yerine saplanmadan alabildim. olta iğnesini ucunda balıkla, eskidiği için mi rast gele atıyor kenarda avlanan balıkçılar bilmem. ama bunlar kazara kopup gelmiş gibi durmuyor. kopsa, balık ne arar bunun ucunda?
tabii ben o korkuyla, hemen orada avlanan balıkçılara bastım fırçayı. muhtemel ki, onların bile değildi. ama benim şokta olduğumu anlayıp ses çıkarmadılar.

tabii ben korkudan, o sabahtan beri hadisenin gerçekleştiği köşeye gitmiyorum. ama benno bu, belayı bulmanın yolunu bir şekilde buluyor!

bu sabah sakin sakin yürürken, buldu mu bu hayta kendi kadar bir kemik?! halbuki dışarıda bakınmasın diye evde boyna kemirdiği kocaman iki tane kemiği vermiştim ona. ama tok evin aç çocuğu, fazla mal göz çıkarmaz minvalinde, elektrik süpürgesi gibi tarıyor yerleri. ne olur, ne olmaz lezzetli bir çöp parçası bulurum umuduyla detektör minvalinde öyle bir yapışıyor ki yere, şimşek düşse tepesine, fark etmeyecek. 
tamam, kemiği götürsün, aslında onda bir sorun yoktu. hatta ağzından almayacağımı anlatmaya çalışıyordum ki, sahilin başıboş köpeklerinden karabaş peydah olmasın mı!! aslında gayet munis bir köpektir, ama kemiği görünce tam bir yamyam kesildi. atladı benim çocuğun üzerine! benim bıcır ördek de, kendini herkül mü sandı ne, bırakmıyor ağzından kemiği. benim de benim diyerek var gücüyle tepişiyor bunla! tabii karabaş, dün kemiğini kendisinden iri bir golden'e kaptırmış olmanın, ve golden kemiği götürürken ulumanın acısını daha atamamış üzerinden. -ah ah, sen misin o hallerine gülen!- ama işte, köpek milleti bile gücünün yettiğine kafa tutuyor. ver o kemiği kavgasıyla başlamasın mı karabaş benim ufaklığı ısırmaya!! ben o korkuyla bir atladım karabaş'ın üzerine! yapıştım iki elimle ensesine, benim bıcırın üzerinden çekmeye çalışıyorum. annelik işte, kedi bile arslan kesilir ya yavrusu söz konusu olunca. ben de o deli kuvvetle bir kaldırdım karabaşı. rahat yarım saat parmaklarım acıdı, nasıl bir güçle yapıştıysam karaaşın ensesine... bir tanıdık da yetişti, benim oğlanı tuttu, kaçmasın diye.  hemen kontrol ettim yara bere aldı mı diye, neyse ki vaktinde müdahale edebilmişim, yine bir yara almadan popoyu kurtardı minik yaramazım. tabii ki kemiği kapmış bir karabaş bırakarak hızla olay mahallinden ayrıldık.
çekirge benno bir sıçradı, iki sıçradı, somumuz üçüncüsünde hayırlı biter inşallah. 
resimde de beyimiz, acı biber tadının dayanılmaz lezzetine varmakla meşgul. bu cocuk yaramazlığın kitabını yazmasa ne olayım....

uykucu ya da ölümüne uyumak

son haftalarda çok kötü bir alışkanlık edindim. akşam kanapeye uzanır uzanmaz, başlıyorum uyuklamaya. sonra gecenin bir vakti uyanıyorum, sabah üçe dörde kadar oturuyorum. sokaklar öyle sessiz ve huzur verici ki, bu vakti ayrı bir seviyorum, hatta en sevdiğim saatler olduğunu söyleyebilirim.  dışarıda tatlı tatlı esen rüzgarın hışırtısından ve tek tük bu saatlerde geçen uyksuzuların ya da gece eğlencesinden dönen birilerin ayak seslerinden başka bir ses yok. tabii hırsızların en yoğun çalışma saati olduğu gerçeğini de unutmamak lazım. eh, onların da bir çalışma saati olacak elbette. bunun dokuz altı olmasını bekleyemezdik herhalde?!
ee sorun ne o halde diye soracak sabırsız okuyucum. sorun uyanık kalamadığımda oluşuyor. bütün akşamı kanapede uyuklayarak geçiriyorum, sonra bu saatlerde sürünerek yatağı buluyorum. bir de bakmışım, son oniki saatimi neredeyse aralıksız uykuya harcamış oluyorum. oh yarasın tosunuma gibi bir nidada bulunan okuyucumı hemen kınıyorum. yaramıyor efendim! 
uykunun tamamen gereksiz, vakit çalan ve aslında insan zekasını da öldüren bir mefhum olduğuna inanan bendenize, işkenceden farksız bu kadar çok uyumak. hani ajan olsam, kesinlikle uyku ile beni bülbül gibi öttürebilirler. "abi ne olur uyutmayın, bütün devlet sırlarını şakıcam!"
tamam, demek ki bedenin ihtiyacı varmış, ne var bunda da demeyin. bu kadar çok uyumak zihni bulandırmakla kalmıyor, onun daha yavaş işlemesine de sebep oluyor. yani kısaca aptallaştırıyor. hele ki beden üzerindeki etkilerini saysam, ühüüü! ama aranızda uykucu varsa, şu makale sinirlerinizi bozar umarım...
"rüyadan uyanmadğımız sürece, rüyada olduğumuzu bilemeyiz." bunun gerçekliğini deneyimlememiş olana elbette kitş gelecektir bu. ama budda'nın asırlar evvel ifade ettiği ve matrix gibi filmlerle popularize edilmiş bu cümlenin ne kadar gerçek olduğunu bir bilseniz. emin olun, yaşamınızın üçte birini heba ettiğiniz uykudan öyle bir kaçarsınız ki, hızınıza speedy gonzales bile yetişemez. 
ee anlat madem, öğrenelim demeyin. bu mevzu çok derin. boşuna deli olduğumu ilan etmedim. belki. bir gün anlatırım. 

27 Ekim 2012 Cumartesi

kötü veterinerlik

akşam bir arkadaşıma anlatırken aklıma geldi. moda'da bir kaç sene önce açılmış bir veteriner kliniği var, dükkandan bozma minnacık yerde çalışıyorlar. sanırım sadece iki genç veterinerden oluşuyor. moda pati veteriner kliniğinden bahsediyorum. 
alaca henüz 15 buçuk yaşındaydı, göğsünde minik bir şişlik gördüm. asıl veterineri gündüzleri muayenesinde yoktu, benim de bir yoğunluğum vardı o zamanlar, akşam kursu veriyorum, gidemedim. kader bu ya, bunlara götürdüm. "aaa bir şeyi yok, su toplamış sadece. sizi rahatsız ederse şırıngayla alırız." demişlerdi. beni mi rahatsız ederse?! demek alaca'yı rahatsız eden bir şey değil. ben abartmışım demek diyerek oralı olmadım. ama bir iki ay içinde o "su toplamış şişlik" morarmaya başlanmasın mı! hemen veterinerimize götürdüm.  biyopsi yapıldı. "ah neden hemen getirmediniz, tümör aşamasına geçmiş. erken gelinseydi, tümöre dönüşmeden önce, daha kolay önlem alınırdı" dedi. ve ben yıkıldım! zırlaya zırlaya eve geldim. eve gelirken de bu moda pati veteriner'e uğradım. durumu anlattım. sizin yüzünüzden geç kaldım, dedim. "aaa, tabii moraliniz bozuk, içinizi dökün elbette!" dedi oradaki nazik genç veteriner! dondum kaldım! "size içimi dökmeye hiç ihtiyacım yok! yaptığınız hatayı bilin diye gelmiştim, ama anlaşılan sizde bunu görecek ne olgunluk ne de mesleki ahlak anlayışı var! diye bağırdım. ve oradaki başka hasta sahibine de, kedinizi nasıl bir veterinere emanet ettiğinizi bilin diye söylenerek çıktım. 
nereden mi. geldim buraya? akşam bir sokak kedisini götürecek veteriner arıyorduk, hem bayramda açık, hem de sokak hayvanından para almayacak kadar hayvanları seven bir yer. mecburen bunları da aradık, zira pek bir yer açık değil.  65 lira civarında muayene parasını alacaklarını söylediler. gözünüzü para doyursun! sizin hekimliğinizden gelecek fayda da olmaz olsun!!!!

cumartesi akşamı

yalnız yaşayan biri ne yapar akşamları? ya kıçını devirir, erkenden kanapede tv karşısında sızar kalır, ya da müdavimi olduğu bara kapağı atar, bir yere tek başına oturur ve blog yazar. 
şimdi zehir okuyucularım hemen itiraz edecek. bütün yalnızlar böyle mi yapıyor sanki diyerek. tabii ki böyle yapacak, yapmazsa bizzat o yalnızın evine kadar gelip o sızdığı kanapede uyandırmazsam ne olayım!
hmm düşündüm de, yok, uyandırmak şimdi çok meşakkatlı, ben şu oturmuş olduğum bar köşesinden yazıma devam edeyim. sanki insanlığa daha az zararım olacak (dikkatinizi çekiyorum, "faydam olacak" demedim) gibi. netekim, ben de her kentli yalnız vatan evladı gibi, hafiften sosyalleşebileceğim ama yine de yalnızlığımı da bir parça kendime saklayabileceğim bir mekanda, çevremde olup bitene hafiften göz süzmek suretiyle (mesela şu an sağ yanımdaki çift şapırtıyla öpüşüyor, sol yanımdaki garson da biraları yüklenip götürme niyetinde) evimden uzakta olma ihtiyacımı gideriyorum. bir yandan da instagram üzerinden gelen yeni yetmelerin mesajlarına cevap yazıyorum. 
aslında benno'nun yokluğu hafiften dürtüyor, kalk git evine, minik oğluşunun yanına diyor o dürten taraf. direniyorum. bütün günümüz birlikte geçti, arada özlemek de lazım. 
bu ilk bar yazım değil, sonuncusu da olmayacak elbette. bir başıma buralara gelmeye devam ettikçe ben daha çok bar yazısı yazarım.  özellikle de cumartesi akşamları. 

25 Ekim 2012 Perşembe

benno hikayeleri


benno hayatıma girdiğinden beri yazmaya pek vakit bulamaz oldum. nasıl bulayım! sabah kalkıyorum, ilk iş benno'yu çişe çıkartmak, sonra kahvaltı ve işe gidiş. işten geliyorum, ilk iş benno'yu çişe çıkarmak. hatta akşam çıkıyorsam, muhakkak yanıma alıyorum minik itimi. bütün gün yalnız kaldı zaten, bir de akşam mı kalsın. o çıkmayacaksa ben de çıkmam, daha 
birlikte belki başkasına çok sıradan gelecek ama bana göre acayip maceralar yaşıyoruz. yok kaka yemeceler, adada faytonlardan korkmacalar, ya da sokakta bulunan poşetle delicesine oynamacalar.  başka köpeklerin saldırısı ise başlı başına köpek gazetesine beş dörtlük manşet niteliğinde.iyi. 
anlayacağın sevgili okurum, benim dünyam feci halde bu minik sevgili etrafına dönmeye başlamış da ateş bacayı satış bile. hatta fransızca dersinde adını da koydum! millet iPad'ine olan aşkını ifade ederken, ben bu bıcırığa ilan-ı aşkta bulundum. hocam ise böyle bir köpek aşkını tuhaf bularak iPad aşkını onayladığını ifade etti... "la havle" demekten öte bir şey yapamadım. tabii ki içimden çektim o la havle'yi. ne de olsa hocam. iPad'e aşık olabiliyorsun da köpeğine olamıyorsun!!! nasıl bir dünya bu yahu?! bal gibi de aşığım işte. dersin ortasında ellerimi kokluyorum, ah oğluşumun kokusu sinmiş diyerek. hele ki vapura koşturmacalarım var, evlere şenlik. daha erken vapuru yakalarım da biraz daha erken oğluşuma varırım diye. 
her eve gelişim de ayrı bir heyecan.  acaba bugün neyi kemirdi, hangi eşyanın canına okudu düşünceleriyle eve varıyorum. o da sağolsun, hiç hayal kırıklığına uğratmıyor beni. ya terliğinin canına okumuş oluyor, ya da yastığın kenarından itina ile sabırla oyulmuş bir ısırık alıyor, ya da minderin elyafını salonun her tarafına saçmak için özel çaba gösteriyor. yani, her akşam başka tatlı bir sürprizle hayatıma hoş bir renk katmak için o da özenle çalışıyor! 
ama şimdi kalkıp birisi, madem yordu kerata, ver bana dese,  bunu diyenin tepesine tuğlayı indirirdim herhalde. henüz hayatıma gireli topu topu bir ay oldu, ama öyle bir yer kapladı eşşek sıpası, onsuzluk koca bir boşluk gibi...
yani görünen o ki, benno hikayeleri yakın gelecekte dadından yinmez bir halde devam edecek. 


10 Ekim 2012 Çarşamba

insan bir sürü hayvanıdır

başlığı cümle halinde yazdığımda hakaret gibi duruyor, ama kardeşim eğri oturalım düz konuşalım: ne yani yalan mı, insan evladı tam bir sürü hayyanı gibi davranmıyor mu? 
köpekleri daha iyi anlamaya çalışma gayretiyle elime geçen her kaynağı okurken etrafıma baktığımda aslında köpekler için anlatılan pek çok şeyin insan üzerine de oturduğunu görünce, şöyle bir "hayda"yı seslice düşündüm. 

ohooo, güzel kardeşim, bu dediğin yeni bir şey değil ki, zaten insanın sürü halinde yaşadığı bilinen bir olgu diyerek karşı çıkacaklar olabilir. ben de, ey ahali, amerika'yı ben keşfettim demiyorum ki! sadece bazı çok basit gerçekleri insan bilse de ancak birebir bu kadar net görünce, gerçek manada algılıyor demeye çalışıyorum. işte o çok taze şaşkınlığımı paylaşmak benim derdim. 

neyse, konumuza dönecek olursak, mesela köpeklerde bir alpha kuçu olur, o karar verir kimin ne yapacağına. hadi buyrun, bizim de yok mu alphaların alphası, en bi ana alpha! bazısını seçimle başımıza getiririz, bazısı totaliter hal ve tavırla, zorla alphalığını ilan eder. 
yolda giderken alpha her zaman yol önceliği ister, önüne gelene hırlar. hahahaha, buyur trafiğin haline bak, ya da en basitinden istiklal ya da bahariye gibi kalabalık caddelerde yürümeye kalk, bir sürü alpha hırlayıp durur. yol önceliği ondadır, onda olmazsa alphalığı sarsılır. 
en iyi yiyecek, en iyi eşya onundur, paylaşmak istemez ve bunun için savaşır. 
ve her sürü hayvanı gibi de yalnız kalamaz, ille de ait olmalıdır bir yerlere.  zaten bu aidiyet duygusuyla kendini bir alphanın yönetimine bırakır. sürünün güvenliği, yemek ya da yer bulma gibi sorumlulukları ona bırakıp basit bir köpek olmak ister.

ee bunu fark ettim de, başım göğe mi erdi?! yok valla, bir yere erdiği merdiği yok, hala aynı sürünün içinde kendi minik sürümün alphası olmaya gayret ediyorum. 

3 Ekim 2012 Çarşamba

kedi köpek ya da köpeği anlamak.

en son baktığım köpek, oniki yıl öncesine dayanıyor, o da üstelik benim değildi. aşırı yoğun çalışan ve bir sokak ötemde oturan sevgilimin napolitan masitifiydi. onun iş yoğunluğundan köpekle öyle bir haşır neşir omuştum ki, kendi sahibinden ziyade benim sözümü dinler olmuştu yavrucak. yavrucak dediğim de yetmiş kiloya ulaşmış dev bir bebekti. ama bir o kadar uysal tatlı bir bebek. bir horladı mı, tüm daire sallanırdı adeta. ama maalesef uzun bir ömre sahip olamadı. sahibiyle ayrıldık, o da iş yerine götürdü, garibim de o rada sevgisizlikten öldü. eski sevgilimle iyi arkadaşız hala, biliyorum, hala vicdan azabı çeker bu yüzden. 
yani uzun lafın kısası, köpek nasıl bakılır, ne edilir, tamamen unutmuşum. küçücük Rus finosuylanasıl iletişeceğim, şaşırmış vaziyetteydim. kedilerden komple farklı bir dile sahipler. neyse ki, şu köpeklere fısıldayan adam, cesar millan'ın web sitesi formatını buldum da hayatım kurtuldu desem yeridir. meğer köpekleri hiç tanımıyor ve davranışlarını yanlış değerlendiriyormuşuz. dünden beri başımı kaldırmadan okuyorum ve bıdıkla hayatımız değişti desem yeridir. sadece dün akşam ve bu sabah yürüme egzersizlerini yaptık ve hayvanın bana olan davranışı bambaşka! mesela, artık onsuz çıkacağımı anladığında kene gibi yapışıp, kapıya koşup, benle gelmek için ısrar etmiyor. yine koşup pencereden, ardımdan bakıyor elbette, ama galiba o sürü liderine olan saygılı bir mesafeden oluyor. 
evet ya, köpekler neticede sürü hayvanı ve katı hiyerarşik bir düzene ihtiyaç duymaktalar. evdeki tüm insanlar hiyerarşik düzende köpekten yüksek olduğu hissettirilmezse, bizim sevgi gösterisi diye zannettiğimiz, ama aslında düzeni hiçe saymak anlamına gelen davranışlar sergiliyorlar. mesela bacaklarınıza atlamak, kesinlikle saygılı bir davranış değil, ve hiyerarşide sizi kaale almadığının belirtisi.  köpeği olan okuyucum varsa, bu siteyi cidden hatim etsin. diyorum ya, dün akşam bir, bu sabah iki, ve şimdiden değişti. elbette müthiş yorucu, sürekli dikkatinizi köpeğinize vermek zorundasınız. eve geldiğimde tükenmiş olduğumu hissediyorum. ama köpeğiniz de yoruluyor. ve üstelik bu daha başlangıç. ölene kadar eğitimi bitmiyormuş. ama mutlu bir köpek için kesinlikle değer. çünkü köpeğe liderin siz olduğunu hissettirmezseniz, liderliği o ele almak zorunda. ve düşünsenize, lideri kâh dinleyip, kâh dinlemeyen bir sürüden sorumlu olmak hayvana nasıl bir eziyet.
bu egzersizlere başladığımızdan beri artık restoranların, ilgi gösteren insanların, kedilerin ve hatta başka köpeklerin -sonuncusunda henüz çok başında olduğumu itiraf etmeliyim- önünden sorunsuzca geçebilir olduk. otuz beş yere işemiyor, yolun ortasına büyük işini yapmıyor artık. dünya varmış be!
eğer sizde de bu dört bacaklılardan varsa, siz siz olun, hiyerarşide yerini bilen ve bu sayede mutlu mesut bir havhava sahip olmanın keyfine bir an evvel varmaya bakın. 

28 Eylül 2012 Cuma

eskisi bozuldu, yenisini aldık!

alacam'ı kedi cennetine göndereli sadece 5 gün oldu ki çat kapı benno basti geldi.
hani, "bu bozuldu attık, yenisini aldık" gibi oldu. ya da ben vicdan azabına gark olduğumdan böyle hissediyorum.

bu çocuk hiç hesapta yoktu, valla planlamamıştım.
tamam, itiraf ediyorum, bir kaç sabahtır, sahilde rastladığım bir hanımın rus finosuna feci şekilde abayı yaktım. boyna kadıncağızı köpeğin tüm karakterine dair sorgu suale çekip duruyor, kafamdan da yakın bir tarihte barınak ziyaretinde bulunmayı düşünüyordum. hani yakın derken, bu yine de bir kaç ayı bulurdu. ama diğer yandan da alacam gitti gideli, eve giresim yok.
öyle sessiz, öyle mezar olmuştu ki evim, girsem de uzun süre kalamaz haldeydim.
kader de ağlarını öyle bir ördü ki, sahildeki finonun resimlerini çektiğim sabah, bir kaç saat sonra pat diye bir arkadaşım gittiği yerden telefon eder. bir rus finosu görmüştür ve muhakkak almam gerektiğini söyler. üstelik bu arakdaşımın benim sahilde elin finolarıyla cilveleştiğimden haberi yok! şimdi buna kadar demezsin de ne dersin?! elbette ben de paşa paşa kaderime boyun eğdim. ama gel gör ki, köpeciğe ev bulmaya çalışan kişi, iş yerinde tutulduğunu duyunca geri almış. çok mu karışık anlattım? doğrudur, baştan alayım: efenim, meğerse bizim afacanı silivri'de bulmuş birileri. bakamayınca da bana ulaştıran kişiye vermişler. bu kişi de dizilerde oynayan ve golden köpeği olan cici bir oyuncu kızımız.  ama goldeni ile pek anlaşmadığından küçük bir kızları olan aileye vermiş. işte bu ailenin de babası kalkmış iş yerine götürmüş. bizim oyuncu kız da iş yerinde tuttuklarına kızıp geri alıyor benno'yu. bu aşamada da ben giriyorum devreye. bu kızımızın numarasını bulan arkadaşımın ısrarıyla ben de onu arıyorum. iki akşam evvel de minik beyimiz teşrif ettiler. ilk işimiz birlikte mama almaya gitmek oldu.  on dakikalık mesafeyi ancak iki katı sürede yürüyebildik. küçük bey tüm mahalleyi tek nefeste tanımaya çalıştı resmen. ama gelin görün ki, dün ben işe gidince yalnız kaldı cici beyimiz. daha ben evden çıkar çıkmaz başladı vızıldanmaya. ama genelde sessiz bir köpek olduğu için biraz vızıldanır, sonra yatar uyur dedim. nerede! bir sürü köpeği olan arkadaşım, benim evin önünden geçerken duymuş ağladığını. çıkarmış bir tur gezdirmiş. ama bizimkine yeter mi bu? yine yalnız kalınca başlamış ulumaya bu sefer. haydeee!
kedilere alışkın olan birine birden bire ağır bir sorumluluk köpek. ama eşek sıpası, öyle de sevimli bir şey ki! ben beşinci sahibi olacağım, altıncıya gitsin istemiyorum. ama yalnız yaşayan biri için köpek bakmak cidden zor. ama daha çok köpek için zor, hele ki benno gibi daha altı aylık bebekse ...
umarım benno'nun daha çok maceralarını buradan azam şansım olur. 

22 Eylül 2012 Cumartesi

huzur içinde uyu alacam!

yolun sonuna geldiğimizi biliyorduk be balım. iki ay evvel kanamaların başladığında belliydi. uzatmaları oynadık sadece. bu iki ayın içinde iyi gibi olduğun on gün hariç, hızla sona doğru gidiyor, yok idrar kesesinde tortu, yok akciğerlerde ödem, yok kalp yetmezliği ve en sonunda böbrek yetmezliği yüzünden kanındaki ürenin yükselmesi... inan bana tatlım, ben de acı çekmeni istemezdim. iki aydır "uyut da acı çekmesin" diyenlere laf mı anlatayım, uyutsak mı diye sorduğum veterinerlerin, başınızdan mı atmak istiyorsunuz dercesine sordukları "ötanazi mi yapalım?"ına suçluluk mu duymayayım diye şaşırdım.
öbür yandan da umudum vardı be bebeğim. nasıl vazgeçerim senden? anam olsan, uyutup başımdan atar mıydım?!
direndim, direndin, ikimiz de mücadele ettik, senin canın çok yandı, ama bil be birtanem, senin acılarını gören ben de, en az senin kadar acı çektim.

son iki gece koynumda geçirdiğin saatleri saydım. üre beynini de etkiliyormuş, bilincin gidiyormuş diye izah etmişti veterinerin o acı acı bağırışlarını. ama ne zaman göğsüme yatırsam seni, sakinleşiyordun.
ve son gecemizde, gücünü iyice yitirdiğinde, göğsümden kayıp gitmeyesin diye uykusuz seni seyrettim.
sabaha karşı dalıp da yine seni veterinelere taşıyıp, niye uyutmuyorsun diye çıkışan kokoş teyzelere karşı yaşam hakkını savunurken gördüğüm rüyadan ağlayarak uyandım.  

önce sen mi pes ettin biriciğim, yoksa ben mi? belki de sen iki ay evvel pes ettin, ama neydi seni yaşamda tutan? 
o kadar yalvardım, al bu çocuğu, acı çekmesin artık diye. vadesi gelmedi ki, onun için almıyor dedim, ama belki de vaden gelmişti de, ben miydim inatla direnen?

sabah ilk işim, veterinere "alacamı uyutalım artık ne olur" demek oldu. "gelin görelim, karar veririz" dedi o da. ama zaten görünce, "üre değeri çok yükselmiş, bu noktadan geri dönüş olmaz" dedi. sonunda o da ikna olmuştu ötanaziye. 
önce tam anestezi yaptı, sonra kalbini durduracak iğneyi verdi damardan, en sonunda da solunumunu durduran zehiri verdi. hepsi, belki on, onbeş dakika gibi bana sonsuz gibi gelen bir sürede yapıldı. 

şimdi sahilde parkta, güzel bir çalılığın gölgesinde ebedi istirahatına başladın. uzağında değilim balım, hemen yanında yazıyorum bu açık mektubumu sana. tatlı bir sonbahar güneşi  hem benim tepeme hem de mezar taşı niyetine (ya da köpekler eşelemesin diye) konulan kırık taşa vuruyor dalların arasından.
burada olsan şimdi capcanlı yeniden, sen de ne güzel mayışır uzanırdın çimlere benimle. etrafta aşık çiftler cıvıldaşıyor. seni görseler ayıla bayıla sevmeye gelirlerdi.
ama eminim daha iyisini yapıyorsundur sen şimdi: cupcup'a, babama ve dedeme kavuşmanın mutluluğuyla belki beni unutmaya bile başlamışsındır; kimbilir...

her neredeysen, rahat uyu biricik kızım...
14.09.2012
huzur içinde yat bebek kızım (01.10.1995-22.09.2012)


not: gerek sabah boyu veterinerde ve sonrasında beni yalnız bırakmayan mübi'ye ve alacam'ı  mezarsız bırakmayan memduh bey'e sonsuz teşekkürler 

19 Eylül 2012 Çarşamba

apolitik olmak ya da olmamak: yaşasın medyanın sahtekarlığı!

son yıllarda siyasi haberleri yirmi ayrı kanaldan izliyordum. objektif bir perspektife sahip olabilmek için de olabildiğince alternatif medya üzerinden havadisleri almaya gayret ediyor, hatta twitter hesabımı salt o amaçla kullanır olmuştum. 
nihayet bir kaç ay evvel fark ettim ki, yurt geneli ve dünya çapında olan biteni öğrenip, gündemi takip ederek insan olma gereklerinden birini yerine getirdim sanıyormuşum. günü gününe gündemi takip etmezsem sanki dünya çökecek, parçalanacak, arkamdan işler çevrilecek! üstelik bütün bu negatif haberler ile dünyamı genişletmek yerine, bir güzel daraltıyormuşum. 
zaten baudrillard da medyayı "medyalar için requiem"de kıyasıya eleştirir ve medyanın aktardığı resimlerin, olanı yansıtmaktan öte, gerçeğin önüne geçtiğini ve onu değersizleştirdiğini söyler. hatta tek yollu bir kanal olduğunu, bir iletişimin mümkün olmadığından dem vurur. nasıl olsun ki? tivilerinin başındaki bizlere gönderilen resimlere sadece bakmak düşer. bize gösterilene itiraz ya da karışma hakkı verilmez. yani bir diyalog değildir bu. sonradan yapılan itiraz da, belleklere yerleşmiş o resimleri pek değiştirmez. boris groys de "düşünme sanatı"nda, medyayı resim üretimindeki en büyük seri üretimi gerçekleştiren mekanizma olarak tanımlar. bu minvalde de medyayı seri üretime sahip sanatçı olarak görür. yani baudrillard'dan çok farklı bir şey söylemez. 
sanatçı da aslında var olanı yarattığı eserle vermeye çalışmıyor mudur? ama sanatçının verdiği eserde biliriz: tarafsız gerçek değildir bu. sanatçının onu nasıl algıladığıdır. oysa medyanın gerçeği yansıttığını düşünürüz. gerçekten durum bu mudur?  
medyanın gösterdiği resimler de gerçeği yansıtmıyor. tam tersine, gerçeğin kendisini yok ediyor.  sadece kameranın alanına giren sınırlı resimler yansıtılıyor. biz izleyici, yani onhaberin alıcısı olarak kamera dışında olan biteni görmüyoruz, dolayısıyla o sınırlı resimler gerçeğin yerine geçiyor. 
tamam, alternatif medya izliyor olabiliriz -ki ben bulabildiğim bütün alternatif medya kaynaklarını takip etmeye çalışıyordum-,  ama alternatif medya da neticede yine sınırlı, sadece kendi bakış açısına dahil olan resimleri bana yansıtıyor. onun da göstermediği, yani kamerasının kadrajına girmeyen alanda olanları görmüyoruz yine. 
üstelik medya, sanatçının tersine, tek bir eser yerine, aynı anda milyonlarca evin ekranında binlerce görsel üreterek seri üretime geçmiş oluyor. 

neyse ki ben bir kaç ay evvel kendimi bu cehennemden kurtardım. artık daha çok belgesel, film ve benzeri önceden kurgu olduğunu bildiğim görseller izliyorum. dünyam inanılmaz güzelleşti, ben de onunla...

18 Eylül 2012 Salı

son pişmanlık fayda etmez

bbc'de cumartesi akşamları bir dizi var. gerçi sadece bir kez denk geldim, ve aslında zaten kendimde barışık olduğum bir mevzuyu onayladı. ama yazacak malzeme buldum ya, değineceğim ille de. 
mevzu, başlıktan da şıp diye anladığınız üzere, pişmanlıklar. yaşamımız süresince bazı kararlar alırız ve bunlar bazen feci şekilde hatalı olabilir.  hay anasını, keşke böyle yapmasaydım minvalinde keşkelerle başlayan cümleler kurarız. dizideki kahramanımız da otuzlarında ve bir dizi pişmanlığı olan bir hanım. bir gün bir psikoloğa rastlıyor, o da ondan pişmanlıklarını yazmasını istiyor. kızımız ise sıralıyor gitsin. ama sıradan bir psikolog değil bu. pişmanlıklarına göre alıyor hatun kişimizi, pişmanlığını yaşadığı yaşa hop diye ışınlıyor, ablamız da güya bu sefer aynı hatayı yapmayacağım diye gayret ediyor, ama er ya da geç o mevzu üzerine benzer bir hata yapıyor. sonra anlıyor ki, "dur yahu, ben yine farklı davranmazdım bu meseleyle ilgili olarak" diyerek bunun aslında bir pişmanlık olmadıgının ayırdına varıyor. 
hah şöyle! nedir kardeşim geçmişle derdiniz? "ah, şunu böyle yapmasaydım, hayatım bugün nasıl olurdu kimbilir?" diye ağlamanın hiç bir manası yok bence. çünkü sizi siz yapan, tam da o hatalarınız! eğer o hataları yapmasaydınız siz olmazdınız. ya da yapı gereği, er ya da geç o hatayı yapacaksınız zaten! hani bu şekliyle değil de, başka bir şekliyle. ama netice itibariyle, yapacaksınız!
yalan yok, ben er ya da geç o hatayı yapacağımı düşünmemiştim hiç, bu gerçek ancak bu diziyle biraz da dank etti bu salak kafama. ben sadece pişmanlık duymadığımı rahatlıkla söyleyebilenlerdendim. zira yaptıgım hatalar beni ben yaptı. buna sarsılmaz bir inancım var (vaybe, böyle yazınca, nasıl da dramatik bir havası oluyor!). ama diziyi seyredence, evet ya, galiba öyle ya da böyle o hatayı yapacaktım. 
ama belki de işin sırrı, bunu bir hata olarak görmemekte yatıyor. kişinin kişiliği gereği başka türlü davranamayacağını kabul etmesi bir çözüm olabilir. 
kaderci bir yaklaşım mı? hem evet, hem hayır. evet, kaderim dışına çıkamadım yine diye hayıflanabilir ve böyle yazılmış demek, ne yapsam boş diyebilirsiniz. hayır, çünkü. sizin kişiliğiniz belirliyor aslında davranış biçiminizi. yani özgür kişiliğiniz karar veriyor buna. karışık mı oldu? yaşamın kendisi karışık, sizinki  olamamış, mümkün mü?
hadi vazgeçin kendinize eziyet etmekten de, dur yah var bir hikmeti o hatanın diyin. ne de olsa bütünü görecek, tecelliyi anlayacak, karmayı komple görecek bir göze sahip değiliz. henüz!
demek ki neymiş?! hayatınızdan  pişmanlıkları çıkarın! çünkü elinize yeniden fırsat geçse, nasılsa benzer davranacaksınız, hani, salı günü değil de, cuma günü yine çark edeceksiniz, o yolu gitmek istemeyeceksiniz. eee,  zaman pişmanlık niye? yazık değil mi size? gereksiz yere enerji harcamaktan yorulmadınız mı henüz?

15 Eylül 2012 Cumartesi

moda sabahları


sabahları dolaşmaya çıkarım, güneş doğsun ben de şahit olayım, bayılırım. 
hemen şıp diye  "senin günün ve gecenin sevmediğin saatleri mı var" diyecek zeki ve atılgan okuyucularım; ben de bu müthiş sezgiye hayran kalacağım. durun yahu, konu benim günün hangi kısımlarını sevmem değil, insanların sabah çılgınlığı. 
sahile indiğimde benim gibi başı boş dolanan neredeyse hiç olmuyor. varsa, o da geceden kalmıştır, hala birasının son yudumlarını, tabii öncekileri kayalıklara çıkartmayı becerememişse, icmekle meşgul oluyor. bense berduşlar gibi elimde bir kitap, çıkıyorum, sallana sallana yürüyerek, kâh bir bankta oturarak seyrele bu sabah çılgınlarını diyorum. yürüyenlerin hepsi spor amaçlı çıkmış, son sürat kilolarından kurtulabilecekleri istikamete doğru yürüyorlar. acelesi olanlar da sırılsıklam bir alın ve tişörtle koşuyorlar, elbette istikamet aynı olmak suretiyle.
benim gibi aheste aheste yürüyen varsa ve akşamdan da kalmadıysa, kesinlikle dört bacaklı arkadaşıyla gezmeye çıkmıştır. o da istediğinden değil, o dört bacaklının halısına işeme ihtimalinden dolayı sabahın köründe eziyet gördüğüne inanarak çıkmıştır. yanındaki ise ya neşe icinde zıplamaktadır ya da en az sahibi kadar sersefil vaziyette yürüyordur. ha bir de tek tük bisikletçiler oluyor. 
ama anlayacağın aziz okuyucum, benim gibi sabahın keyfini süren bir allah'ın kulu yok. hele de elimde aypedim, oturmuş blog yazıyorsam, tam uzaylı gibi kalıyorum bu sabah canavarları arasında. 
ama yine de moda sahiline şükür. bir kaç sabah, yüzmeye gittiğim caddebostan'da dehşete düşmüştüm. hani ben mi yüzdüm, sahil beni mi yüzdü, belli değil. sahil komple sabah sporu yapan insanlarla kaynıyordu. 
yahu, bilmeden birileri bunların ensesine sporcu çipi yerleştirdi de, haberimiz mi olmadı?

not: foto kadrajına insan girmemesi için epey beklemem gerekti...

14 Eylül 2012 Cuma

doğum günü hediyesi olarak dolandırılmaca

az evvel telefonum çaldı, konuşan gayet kibar bir bey, bilmem hangi karakolun baş komiseriymiş.
diyaloğumuzu aynen aktarıyorum:
~ buyrun, konu nedir?
- siz telefonun sahibi mı oluyorsunuz?
~ yok değilim.
- telefonun sahibiyle görüşebilir miyim?
~ maalesef, iki gün önce sizlere ömür. 
karşı tarafta önce kısa bir afallama, ama hemen ardından:
- aaa, başınız sağolsun, peki siz neyi oluyorsunuz?
~ kendisi amcamdı.
- peki birinci dereceden akrabasını alabilir miyim? kızı, oğlu, eşi?
~ maalesef hiç kimsesi yoktu. konu nedir?
ısrarla sorumu es geçiyor beriki.
- peki siz bu hattı ne zamandır kullanıyorsunuz?
~ kullanmıyorum, çalınca açtım. peki konu nedir? 
- konu amcanızın kimliği.
~ eh, artık kimlik lazım değil nasılsa, diyerek ben bu geyiği sürdürmeye niyetliyim, ama bir yandan da ya gerçek polisse, boku yedik gibisinden de düşüncelere de gark olmuyor değilim. ama neyse ki, karşı taraf da emin olamıyor durumdan ki, çat diye kapatıyor. 
tabii hemen ardından 155'e numarayı bildiriyorum. polis de soruyor bana, "dolandırıcı olduğunu nasıl anladınız?" diye. ne, nasıl yani?

11 Eylül 2012 Salı

dır dır ve arkadaşlık

son zamanlarda hangi ortama girsem insanların ne kadar çok konuştuklarını fark eder oldum. (ee sen burada ne yapıyorsun? mahiyetinde güzel güzel soru sorabilirsin sevgili okuyucum. -hakikatten ne yapıyorum ben burada yahu?- pek emin değilim ne yaptığımdan, ama görünen o ki ben de yazı yoluyla dır dır ediyorum. durun yahu, konudan sapacağım dememe ve kıvırmama izin verin!) 
niye bu kadar çok konuşur insan evladı? 
geçenlerde deniz kenarında takıldığım arkadas grubunda bir hatun, çok da tatlı bir insan, ama bir parça sessizliği tatmaya izin yok, hababam konuşuyor. sustuğu bir kaç dakikanın degerini bilerek dalga seslerini dinleyebildim. 
bazen sahilde, hemen de tepesinde bir çay bahçesinin olduğu kesimine denk gelen yerlere oturduğumda, yukarıdan bir uğultunun geldigini duyarım. ilkin ne oldugun anlamamamış, ugulutunun kaynağını aramıştım. sonra parça parça sözcükler arlarından seçince, yukarıdaki insan güruhunun (epey buyuk bir çay bahçesi bu) konuşma gürültüsü olduğunu ayırd edebildim. nedir derdiniz? ses titreşimiyle düşmanı yok etme silahı mı geliştiriyorsunuz kardeşim? ya da sessizlikten mi korkuyorsunuz? 
adını şimdi anımsayamadığım hintli bir öykü kahramanı, batılı kahramana batılıları anlatırken kullandığı cümle aklımdan gitmiyor: "siz batılılar kendi içindeki boşluktan korktuğu için bu kadar çok konuşuyor. konuşarak o boşluğu doldurmaya çalışıyor. böylece düşünmeye ayıracağı sessizlik anını konuşarak heba ediyor." minvalinde bir şeylerdi. halbuki arkadaşlarla sessizliği de paylaşabilmeli. hani artık konuşmanın gerekli olmadıgı, sözcüksüz de anlaşıldığı o huşu dolu anları. 
hiç kendi hayatına dönüp baktın mı? böyle anları yaşayabildiğin kaç tane arkadaşın var? ya da hiç var mı? hayda, konu dır dırdı, arkadaşlığa nereden geldi, sabah sabah moralimizi bozma şeklinde çıkışma güzel kardeşim. çünkü yoksa bu bahsettiğim arkadaş, faniler dünyasında geçirdiğin vakti accık boşa harcamışsın demektir. 
sözcüklere ihtiyaç duymadan da anlaştığın insan seninle aynı boyutta. aynı tanrısal parçacığı icimizde taşıdığımızın güzel bir kanıtı. elbette bu ille de arkadaşın olmak zorunda değil, bir yabancıyla da bu anı yaşayabilirsin, ama o yabancıyı bir daha nerede göreceksin? oysa aynı arkadaşla, sessizliğe ara verdiğin yerden tekrar alabilir, arkası yarınlı otuzbeşbin bölümlük dizi çıkarabilirsin. 
neyse, hadi ben daha fazla zırvalamadan buradan kaçayım da sen ilk yakaladığın arkadaşınla bir sessizliğin tadını çıkar sen biraz.

8 Eylül 2012 Cumartesi

kader

bugün saatlerimi harcayıp, tam yayınla butonuna bastığım yazı internetin azizliğine uğradı. uçtu gitti. ne yaptıysam geri gelmedi. onca saat, onca emek, havada bulut, sen bunu unut minvalinde. bunu ilahi işaret olarak alarak bir daha o mevzu üzerine bu kadar düşünüp, yazı yazmayacağım. ya da belki yazmamam gerekiyormuş. karma, ilahi adalet, alllah'ın takdiri, ne derseniz deyin, demek ki yazmamam gerekiyormuş. peki bunu mu niye yazıyorum? yahu saatlerdir ebemin iflahı kesildi, yaza yaza bı hal oldum, sonra sen git, uç! yok, vallahi bir daha yazmam. ama hayal kırıklığımı da bir şekilde anlatmam lazımdı. di mi ya!

7 Eylül 2012 Cuma

osho, şiddet ve seks

osho okuyorum son zamanlarda. şiddet üzerine söyledikleri, tez konum olması nedeniyle özellikle dikkatimi çekti, büyük bir iştahla okudum. diyor ki, insanlar sekse doyduğu anda daha az şiddete meyilli olacaktır. çünkü enerjisini halihazırda kanalize etmiş olacağından şiddet için gerekli enerjiyi bulamayacaktır. zaten bu nedenden ötürü özellikle askerleri seksten uzak tutarak, savaş zamanı başarı sağlanıyormuş. hatta amerika'nin vietnam'da yenilmiş olmasını dahi buna bağlıyor: amerikan askeri sekse doymuş  ve savaş alanında başarısız olmuştur. 
tamam, anlıyorum bunu da, o halde nasıl oluyor da bu ülkede en çok evli kadınlar şiddete maruz kalıyor? kocası olacak askeri yeterince sekse boğmadığı için mi? hah buyur buradan yak; yine kadın suçlu. aman bunu yüksek sesle söylemeyeyim, erkek egemen söylemin nasıl da işine gelir hemen!

gece berduşluğu

gecenin bir vakti ya da sabaha karşı sokaklarda avarelik etmeyi pek severim. yanıma sadece o an için beni en çok keyiflendiren kitabı alırım, ne para, ne telefon, ne de bir saat. lineer yaşamı anımsatacak hiç bir araç yanımda bulundurmamaya gayret ederim. sadece reel gerçeklikle bağlantıyı unutmak için değil, bir nevi güvenlik de veriyor nedense. gecenin o saatinde sadece benim gibi berduşlar yok sokaklarda ne de olsa. üzerimde değerli olabilecek bir eşya olmazsa salgılayacağım adrenalin de daha az olur. hayda, bu nasıl bir güvenlik kalkanı diyorsan, ben de bilmiyorum aziz okuyucum, anlıyorsan  beri gel. neyse ben konudan kopmayayim; bir kitapla alır başımı, avare avare o sokak senin, bu sokak benim dolaşırım. sokak lambalarının güzel aydınlattığı köşelerde de bir apartman girişine ya da kaldırıma oturur, kitabımı okur ya da sadece geceyi ve sessizliği izlerim.  ama en çok sahile yakın sokaklarda dolanır, gündüzleri her noktasının fıkır fikir insanla dolu mekanların huşu içinde geceyle halvet olmasına hayran hayran bakarım. sadece karanlıktan dolayı değil, sessizlik yüzünden de o çok bildiğim yerlerin nasıl da değişmiş olduğunu görmek heyecanlandırır. yahu git kardeşim, ne zorun var, yat uyu. uyku problemi mi çekiyorsun! diye çıkışabilirsin şimdi sevgili okuyucum. ne uyku sorunu? yok yahu, kırk yıllık ömrümde çok az çektim uyku sorunu. al işte, yeni girdim eve, ama yatıp uyumak yerine hemen bu yazının başına oturdum. hani bıraksam, fosura fosura saatlerce uyurum, öyle de bir uyku hali bastırır. ama yaşam, uykuyla harcanmayacak kadar değerli. uykuda geçirdiğimiz saatlerde hayatın gizini çözebilmek, en azından onun aşkıyla berduşluk etmek varken... evet, duyur gibiyim seni sevgili okuyucum, sen kafayı külliyen sıyırmışsın diye üzülüyorsun benim için. ya da üzülmüyorsun, belki de kızıyorsun. ne işim var da bu avarelik bloguyla vakit kaybediyorum da diyebilirsin. de güzel kardeşim, ben alınmam, nasılsa gecene bekçilik edecek bir avare var, sen benim adıma da fosur fosur uyuyabilirsin, hakkımı sana devrediyorum o halde.  

6 Eylül 2012 Perşembe

zarif asılmaca


dün aksam bir arkadaşımla barda oturuyorduk, gece ilerlemiş, biralar bolca devrilmiş, muhabbetin beli epey kırılmıştı. derken, masa değiştirelim dedik, ben önden gidiyordum ki, önüme bir genç çıktı ve "türkçe biliyor musunuz?" diye sorarak elime katlanmış bir not tutuşturdu. ben şaşkın vaziyette masaya oturdum, ardından arkadaşım da geldi, birlikte kağıdı açtık. yok öyle, mektup çıkmadı o nottan. bir defterden koparıldığı belli olan a4 saman kağıdının dış yüzünde bir smiley ve yalan yanlış bir "guten nacht" yazılıydı. kağıdı açtığımızda ise ikimizin barda otururken arkadan görüntümüzün  çizimi çıktı karşımıza. benim saçımın arkasındaki kuyruk bile unutulmamış, tabureye asılı olan benim ceketim, arkadaşımın çantası da özenle çizilmişti. ama dış yüzeydeki kötü almanca "iyi geceler" dışında tek bir kelime yazılı değildi. şimdi sevgili okuyucm, oo numaraya bak, tabii ki yazacak değil. asıl bundan sonra asılmaya başlayacak, şimdi kesin masalarına davet etmeye, ya da en azından telefon numarası da istenmeye gelinecektir. haaa çok beklersiniz, hiç birisi olmadı. değil sözel, visuel bir alışveriş bile gerçekleşmedi. çizimi veren genci şimdi görsem tanımam zaten, öyle ani oldu, o kadar dikkat edemedim neye benzediğine. yani bence gayet zarif bir asılma idi bu.  ille de bir zamana, bir ileri aşamaya, bir tanışmaya genişleme ihtiyacı duymadan, sadece anın yaşanmış olduğu küçük bir paylaşım. ne güzel böylesini deneyimlebilmek!

11 Ağustos 2012 Cumartesi

alacakızım

galiba filmin sonuna geldik. haftalardır süren idrar yolu enfeksiyonlarından sonra çok daha büyük bir problem yaşadığını veterinerimiz müjdeledi. akciğerler ödem yapmış. sonunda röntgende karartılar da çıktı. kanser olasılığı yüksek.  gecen sene ameliyatla alınan tümörün iç organlara sıçrama olasılığından zaten bahsedilmişti. galiba o güne geldik.
cupcup öldüğünde, soz vermiştim, alaca'yı kesinlikle acı çekmeden yollayacaktım. ama konuştuğum ikinci veteriner de kinayeli bir şekilde ötanazi mi yapalım diye sorunca, yaşama olasılığı olan kedisini   zorla ölüme gönderen tiran gibi hissettim. meğer ne zormuş böyle bir kararı vermek. bir yandan, cupcup'da yaşadığım o acı tecrübeden sonra, can çekişen bir canlının sırtından para kazanmaya mı çalışıyor şüphesiyle yaklaştığım veterinerler, diğer yandan asıl acı çekmek istemeyen ben miyim minvalinde giden iç hesaplaşmalarım. ve bütün bu karmaşanın ortasında günden güne eriyen onyedisinde bir kedicik. amaç bir kaç haftalığına ömür mü uzatmak? ama diğer yandan babamı düşünüyorum. hastalığının pik yaptıgı noktada vazgeçmedik onun yaşamasından, kendisi vazgeçmişti oysa. altı aylık hastane çilesinden sonra, yeniden yaşama döndüğü dou dolu iki sene geçirdik. son bir haftası dışında yaşama bağlı kaldığı ve birbirimize daha da sıkıca bağlandığımız iki güzel yıl. iyi ki onca cefayı göze almışım diyorum bugün. peki ya alaca'yla da benzeri mümkünse? üç gündür oksijen çadırına giriyor sabah akşam, biraz canlanır gibi oldu. bir haftadan sonra ilk kez dün aksam su ve tavuk suyu içince zil takıp oynadım. ha gayret be kızım, belki iki yılımız daha var, ha, ne dersin?

15 Temmuz 2012 Pazar

meeting off allstars

2006 yılından beri düzenlenen festivali bugüne kadar nasıl olup da duymadığımı inan sevgili okuyucum, hiç bir fikrim yok. yine de ruhum duymayacaktı ya, sağolsun, birlikte bir kaç kez grafitti avına çıktığım amerikalı arkadaşım ed'in amerika'ya döndüğü gün üşenmeden telefon ederek afişini gördüğü etkinliği haber verdi. şimdi ise direkt festival alanında bir bankta oturmuş size izlenimleri tam teçhizatlı kameraman cevat kelle misali aktarıyorum. 
gezi park'ının bir köşesini sunta duvarla çevrelemişler. alana da polis aramasından sonra girebiliyorsunuz. neredeyse donunuzun rengine bile bakacaklar. neyse, güvenlik lazım tabii. belli mi olur bu grafittici takımın sağı solu. zaten sokaklarda izinsiz boyalarıyla kanuna karşı gelip duruyorlar! 
henüz alan bomboş. alanı çevreleyen siyaha boyanmış sunta duvarlar sanatçıların calışma alanı. herkes harıl harıl sprey boyalarını kapmış hünerlerini gösteriyor. kimisi bitirmiş çoktan, kimisi yarım bırakıp mola vermiş, bazısı da hababam boyamaya devam. komple alanı dolaştığımda sadece bir kadın grafitti sanatçısı dikkatimi çekiyor. laf atacak oluyorum, işi bölünmesin diye fotoğraf çekmekle yetiniyorum. 

bankta yazımı yazarken grafitticilerden "hure" ile tanışıyorum. anlamını soruyorum nickinin, "almanca bilir misiniz?" diye soruyor. gülüyorum. türklere söylemiyormuş ama, anlamını, yanlış anlaşılır diye. "harfler hoşuma" diyerek geçiştiriyormuş. 13 yaşından beri grafitti'yi bulaşmış. underground pek çok grafitti topluluklarında boyamış duvarları. taksim'in çeşitli yerlerinde rastlanan çeşit çeşit "bok" onların marifeti. açılımıı da söylüyor da, hemen not almadığım için unutuyorum. ama aslında kelimenin kısa halini de kast ediyorlarmış. muzur şeyler, n'olacak! yine bir underground grubuyla en son tatile gittiğinde bir duvarı boyarken yakalanmışlar ege'de bir yerde. önce terörle mucadele'de sorgulanacak olmuşlar, neyse ki power fm için yaptıkları bilboard calışması nedeniyle gazetede çıkan bir röportajları imdatlarına yetişmiş. "adamlar grafittiyi bilmiyor ki, örgüt işi sandılar" diyor gülerek. 
 
kadıköy oda'da bir kaç yerde rastladığım ürkütücüsü yüzlerin sanatçılarını da tanıma şerefine erişiyorum, "wide" ve "canavar". sonra yeni bir grafittici kendini tanıtıyor, ares. İstanbul'a yeni düşmüş olduğunu söylüyor. 
 
tek kadın grafitti sanatçısının tekrar yanına uğramaktan alamıyorum kendimi. başta türkçe konşuyorum, meksikal çıkınca mecburen ingilizce'ye dönüyoruz, ama dokuz aydır istanbul'da olduğundan ingilizceyi unuttuğunu söylüyor "traumas". meksika'daki kadın grafitticilerini soruyorum. yüzde yirmi bes oranındaymış. 

çoğunluk ismini döşemiş duvarlara. narsist bir sunum mevcut anlayacağınız. elbette o ismi olabildiğince görsel bir estetikle boyuyorlar, ama narsizmi yadsımıyor bu.
"copikstar" ismini çizenlerden değil. fil dışı ticaretine dikkat çekmek istiyor. o yüzden fil temalı bir kompozisyon seçmiş. fillerle ilgili bir hayli bilgili. sadece nickini tanrılaştırma gayreti içinden olmadığından değil ona sempatim. çizmiş olduğu fili de  hakkıyla yapılmış. işte itiraf ediyorum: festivalde en çok hoşuma giden grafitti onunkisi. 
festivalin büyük isimlerinden biri olan hollandalı "nash" gayet alçak gönüllü.yaşını başını almış az grafitticilerden biri. bir sürü ülkede yapmış olduğu grafittileri gösteriyor hiç böbürlenmeden. burada çizdiniz mı diye soruyorum. çekinmiş. başının belaya girebileceği söylemişler. bir seyler çizmesi için yüreklendirmeye çalışıyorum. kalıcı bir kaç eserini istanbul'da da görmenin ne güzel olacağını söyleyerek ayrılıyorum onun da yanından. 
genelde gençlerin uğraş alanı elbette grafitti. çoğunluk ancak yirmi yaşında. yaşı büyükçe olan azınlık da zaten bu alanda tanınmış kişiler. ama nash bile reklam işleri aldığını söylüyor: ne de olsa grafitti bir gelir getirmiyor.

festival alanın orta yerine bir de rampa kurulmuş, skaterler, kaykaycılar hünerlerini gösteriyorlar. anlaşılan grafittinin ayrılmaz parçası hiphop. kocaman da bir sahne kurulmuş festival alanının en başına. ben alandan ayrılırken ilk konser başlamak üzere. eserlerin çoğu bitmiş değil henüz. sanırım yarına kadar kendilerine zaman vermişler, aheste aheste çalışıyor sanatçılar. ne de olsa hayranlar iş başında görmeli.


bir de ne amaçla yaz sıcağında örgü yelek giydirildiğini çözemediğim bir ağaç görüyorum. biri üşenmemiş, ağcın ölçüsünü almış, örmüş de örmüş.  pek hoşuma gittiğinden onu da es geçmiyorum. 

bu sıcakta akşama kadar sanatçıların eserlerini bitirmesini bekleyemeyeceğimi anlayarak evin yolunu tutuyorum. festival alanı yarın da açık kalacakmış. aslına gelip, bitmiş hallerini görmek lazım çöpün yolunu tutmadan onlarca güzel grafitti.