ya da inanç ve teslimiyet mi demeliyim? hangisi önce gelir, hangisi sonra? inanç nerede başlar ve ne zaman teslim olur kişi?
yirmi küsür yıl süren felsefeye sığınmışlığım, katı bir maddecilikle örülü olmasa da metafiziğe hep şüpheye bakan bir tutum içeriyordu. gerçi altı yedi yılda bir metafiziksel bir patlama yaşıyor, o yanımı inkar etmesem de ondan şüphe etmiş olmanın acısı yoğun bir zihin karmaşası yaşatarak çıkartıyordu benden. belki de tam tersi bir ifadeyle o dönemleri anmak daha doğru olacak: olabildiğince berrak bir zihne sahip olarak geçiriyordum o dönemleri. çünkü evreni, kainatı, gelmiş geçmiş tüm yazılmış eserleri anlayan bir zihin berrak değildir de nedir?
"ohaaa, küçük at da civcivler fayda görsün" minvalinde bir itiraz duyar gibiyim. de de güzel okuyucm! ben de bunu başkasının yazısında okusaydım, yaşadıklarımı yaşamadan evvel, "uçmuş bu" derdim. yalan yok, gerçekten de uçtum! ne de olsa maddeci zihnin henüz açıklayamadığı bir yığın fenomen var! ve iki ayağının üzerinde yürümekten yorulmadın mı sen de sevgili okurum? hadi gel birlikte uçalım accık...
gerçi wittgentstein, konuşamayacağımız şeyler hakkında susmamız gerektiğini söylemişti. ve belki de sorun orada başlıyor. sustuğumuz için açığa çıkamıyor, sır gibi saklanıyor bu fizik ötesi dünya?!
gerçeğin kollektif hafızamızda yer aldığını düşünüyorum. bilyonlarca, katrilyonlarca ve işte matematiksel üst rakam neyi el veriyorsa, hadi artı sonsucza olsun, işte o miktardaki puzzle parçasına bu kollektif hafızanın bölünmüş olduğunu düşünün. o puzzle parçaları biziz. ontolojik bir düzeyde düşünebilme yetisine sahip her zihni bir puzzle parçası olarak düşünün (burada "düşünebilen" kelimesine vurgu yapmak isterim, "düşünen" demedim). ve işte sadece bütün o parçalar bir araya gelince gerçeği bulmuş olacağız. ama zaman kavramını icat etmiş olduğumuzdan beri, (görecelilik kuramını düşünerek) herbirimiz aynı hızda, paralel bir zihinsel gelişimi gösteremediğimiz için, parçaların bir araya gelmesi imkansız gibi duruyor.
a priori ve a posteriori zamanlarında mümkün olabilir gibi duruyor. yani zamanın henüz olmadığı ve zaman sonrası olan o anda. ki tek bir andır o. yılanın kuyruğunu ısırdığı döngünün ara noktası belki de. kant'ın transsendantal dediği yer, an. zaman ve mekandan bağımsız olan. ah işte, felsefi bir diskurun varamayacağı noktaya çabucak geldik. felsefe, inancın olduğu noktaya maddeci bir dille varmaya çalıştığı için hep çuvallıyor. çuvallama elbette doğru kavram değil. neticede, felsefe görünen dünyayı anlatmakta. ve iyi de etmekte, zira hala feuerbach gibi düşünüyorum, hayat felsefede başladı, felsefede bitecek. inancı konuşmak zaman kaybından başka bir şey değil. ama işin kötü tarafı; ben artık zaman kaybına uğramak istiyorum. ya da işte "öteye" varmak istiyorum.
şimdi size, istemekle kalmadım, kendi puzzle parçamın ötesine geçip resmin bütününü kuş bakışı da olsa, görmeyi beceredim desem, ne karşılık vereceğinizi duyar gibiyim. evet evet psikolğum var, ama o benden de kaçık!
ve şimdi yeniden o minik puzzle parçasının içine hapsolmuş bir minik zihnin işkencesini yaşıyorum. fizik ötesi yaşadıklarına maddeci zihnin sınırlılığında şüpheye boğulan halimle...
ne zaman gerçek manada teslim olabileceğim?!
sabahları mübi ve benno sayesinde tanımış olduğum behruz kia'nın "dünya" şiirinden çıktı bu yazım. hadi onu da paylaşayım da olsun bu iş:
dünya
sürekli ateşin
etrafında dönen
evrenin bu çocuğu,
gökyüzünü kıskanıyor.
sadece bu çocuk,
kollarında
denizlerdeki yaşamı taşıyor.
dalgalar,
sudan kabaran,
toprağa inen
denizlerin şarkısıdır.
ve, şu küçük melek,
hala borusunu öttüren,
şu küçük beyaz bulut parçasının
üstünde oturuyor.
çünkü aşk, satan'dır,*
ve melekler adını unuttu.
ve insan,
korku yüzünden,
zarafetten, yağmurdan,
ve rüzgardan düştü.
*: satan kelimesinden ingilizcesine bakmasam, emin olamazdım. şeytan kast edilmekte.