daha önce bahsetmiştim benim kaçık kapı komşumdan, hani kimin ışığını görse, zilini çalıp kapı otomatiği niyetine kullanıyor diye.
geçenlerde piyango yine bana çıktı. tam da merdivene tırmanmış yüklükten bir şeyler indiriyordum, zilin çalınmasıyla boş bulundum, bir kaç basamak birden kaydım aşağıya. o kızgınlıkla açtım kapıyı, bekledim bunu. sonraki diyalog da şöyle gelişti:
ben - lütfen bir daha çalmayın benim zilimi
kaçık komşu - ne var yani, daha önce çaldık mı!
vay alçak, nasıl anılarımıza ihanet eder de onlarca defayı unutursun?
b.- ilk değil, ama son olsun lütfen!
k.k. - nolmuş yani çaldıysak, zilin mi aşındı!
b. - herkesin durumu uygun olmayabilir, açamayacak halde olabilir.
bu aşamada bağırmaya başladı beyimiz!
k.k. - tamam kes, çalmayız bir daha!
b. - nazikçe rica ediyorum, terbiyesizleşmenin anlamı yok ki.
ben de bağırarak cevap verdim ve karşılıklı kapıları çarparak kapattık.
ben artık kapı otomatiği düşmanından kurtuldum diye seviniyordum tabii, ama erken sevinen erken şaşarmış:
o günden beri evde olduğumda muhakkak kapıyı bir kaç çarptığını duyurma şerefine nail ediyor beni!
başlarda eğleniyordum, hatta ard arda üç kez o kapıyı hangi bahaneyle açıp açıp yine çarpıyor diye gözetleme deliğinden bile dikize yatıyordum. ama yavaş yavaş germeye başladı.
acaba kapı haklarının ihlalini neden göstererek aih'ye mi başvursam? yani akh bölümü vardır ümidiyle...
yazık değil mi bu güzel kapıya?
Oradan şuradan, hayattan memattan yazılar: gündelik, eşelenmelik, zaman zaman da hart hart kaşınmalık...
31 Ağustos 2007 Cuma
30 Ağustos 2007 Perşembe
biz duvar yazısıyız!
fotoğraf avı demiştim ya, sadece mağaza keşfetmedim o gün: grafittiler de dikkatimi çekti.
yaratıcılık yanı yüksek olanları zaten incelemeye bayılmışımdır hep.
üstelik riskleri de çok fazla bir sanat dalı: hem yakalanmayacaksın, hem güzel olacak, özgün olacak, uğraş da uğraş! hani sonradan önünden geçtiğinde sanatçının gurur duyduğu bir eser olması lazım bunun (bence), ama neredeee böyle düşünen grafitti sanatçısı! ali ayşe'yi düttürdü seviyesinde kötü yazılardan geçilmiyor.
yine de, tek bir gün içinde bu kadar çok güzel grafitti yakaladığmıa mutlu oldum demeliyim, açıkçası hiç beklemiyordum.
genellikle yazıların stilize edilmiş hallerine denk geldiysem de, enteresan resimler de yok değildi. mesela akan gözüyle bu domuzcuğun bıraktığı yalnızlık ve hüzün imgesi çok güçlüydü. altındaki şekilleri çok fazla çözemediysem de, kompozisyonun tamamlayan bir ruh hali var gibiydi.
yanda ise modernize edilmiş bir adet priapus (hani şu koca pipipili bereket tanrısı) görebilirsiniz. yalnız o meymenetsiz suratına bakılırsa, durumdan kendisi de pek hoşnut olmamışa benziyor.
bir de tabii, ne olduğunu çözemediğim şekiller karşıma çıkıyor ki manasını bulmaya sizin hayal gücünüze bırakmayı daha münasip görüyorum.
ama dilerseniz ayak üstü ekmek arası bir buçuk karışık hayal gücü de yapabiliriz hep beraber.
mesala şu sağ yandaki şekil hayalet avcılarının kocaman burnundan firar etmeye çalışan bir klu-klux-klan üyesinin acı içindeki ruhu olsa gerek.
sağdaki ise acıkmış da, etrafta beyaz bir bank dışında kemirecek bir şey bulamamış bir devin ağzı olmalı. öyle bir hapur hupur yiyor ki, parçalar havada uçuşuyor.
peki bu sevimli suratlara ne demeli? aynı duvarın başka köşelerinde bulduğuma göre aynı grafitti sanatçısının elinden çıkmış olmalı diyeceğim ama tarz birbirini tutmuyor. üstteki ince narin iken, alttaki biraz daha şişko bir izlenim veriyor. gözler ikisinde de kendine göre bir muzır bakış içeriyor ama kesinlikle aynı değiller. kimbilir, belki de birinin yaratıcısı, öbür suratı görünce, yalnızlık çekmesin diye yanına arkadaş çizmiş diyeceğim de niye o kadar uzağa çizmiş, işte on çözemedim.
siz çöze durun, ben yeni grafittilerin peşine düşmeye gidiyorum.
yaratıcılık yanı yüksek olanları zaten incelemeye bayılmışımdır hep.
üstelik riskleri de çok fazla bir sanat dalı: hem yakalanmayacaksın, hem güzel olacak, özgün olacak, uğraş da uğraş! hani sonradan önünden geçtiğinde sanatçının gurur duyduğu bir eser olması lazım bunun (bence), ama neredeee böyle düşünen grafitti sanatçısı! ali ayşe'yi düttürdü seviyesinde kötü yazılardan geçilmiyor.
yine de, tek bir gün içinde bu kadar çok güzel grafitti yakaladığmıa mutlu oldum demeliyim, açıkçası hiç beklemiyordum.
genellikle yazıların stilize edilmiş hallerine denk geldiysem de, enteresan resimler de yok değildi. mesela akan gözüyle bu domuzcuğun bıraktığı yalnızlık ve hüzün imgesi çok güçlüydü. altındaki şekilleri çok fazla çözemediysem de, kompozisyonun tamamlayan bir ruh hali var gibiydi.
yanda ise modernize edilmiş bir adet priapus (hani şu koca pipipili bereket tanrısı) görebilirsiniz. yalnız o meymenetsiz suratına bakılırsa, durumdan kendisi de pek hoşnut olmamışa benziyor.
bir de tabii, ne olduğunu çözemediğim şekiller karşıma çıkıyor ki manasını bulmaya sizin hayal gücünüze bırakmayı daha münasip görüyorum.
ama dilerseniz ayak üstü ekmek arası bir buçuk karışık hayal gücü de yapabiliriz hep beraber.
mesala şu sağ yandaki şekil hayalet avcılarının kocaman burnundan firar etmeye çalışan bir klu-klux-klan üyesinin acı içindeki ruhu olsa gerek.
sağdaki ise acıkmış da, etrafta beyaz bir bank dışında kemirecek bir şey bulamamış bir devin ağzı olmalı. öyle bir hapur hupur yiyor ki, parçalar havada uçuşuyor.
peki bu sevimli suratlara ne demeli? aynı duvarın başka köşelerinde bulduğuma göre aynı grafitti sanatçısının elinden çıkmış olmalı diyeceğim ama tarz birbirini tutmuyor. üstteki ince narin iken, alttaki biraz daha şişko bir izlenim veriyor. gözler ikisinde de kendine göre bir muzır bakış içeriyor ama kesinlikle aynı değiller. kimbilir, belki de birinin yaratıcısı, öbür suratı görünce, yalnızlık çekmesin diye yanına arkadaş çizmiş diyeceğim de niye o kadar uzağa çizmiş, işte on çözemedim.
siz çöze durun, ben yeni grafittilerin peşine düşmeye gidiyorum.
havada bulut, sen muhabbeti unut
bazen gazete çalışanlarının feci halde canını sıkıldığını düşünüyorum, dur şunu da uydurayım de insan evladı eğlensin tadında haber çıkarıyor gibiler: neymiş karnabahar şeklinde bulut görürsen cep telefonunla konuşmayacakmışsın, fincan şeklinde görürsen de kahve falı baktırabilirsin, ya da menekşe şeklinde görürsen hapı yuttun demektir, çünkü annen evdeki menekşeleri kimin kuruttuğunu anladı demektir!
şaka bir yana, açık alanda, hele ki zerzevat şeklinde bulutlar oluşmuşsa, tepenize talih kuşu konabilir endişesiyle - ki bu talih kuşu 3 milyon volt yükünde olabiliyormuş- iki dakka cep telefonunu kapatmanızı salık veriyor. iki dakka konuşmazsanız ölmezseniz , ama konşursanız... işte orası kesin değil...
not: fotoğrafta da karnıbahar şeklini almaya çalışan ama beceremediği için şimşeği ne idüğü belirsiz bir kızgınlık şekli şimalinden gönderen bulutu görüyorsunuz.
şaka bir yana, açık alanda, hele ki zerzevat şeklinde bulutlar oluşmuşsa, tepenize talih kuşu konabilir endişesiyle - ki bu talih kuşu 3 milyon volt yükünde olabiliyormuş- iki dakka cep telefonunu kapatmanızı salık veriyor. iki dakka konuşmazsanız ölmezseniz , ama konşursanız... işte orası kesin değil...
not: fotoğrafta da karnıbahar şeklini almaya çalışan ama beceremediği için şimşeği ne idüğü belirsiz bir kızgınlık şekli şimalinden gönderen bulutu görüyorsunuz.
28 Ağustos 2007 Salı
cam boncukların dili olsa
fotoğraf avına çıktığım bir gün muhtemelen defalarca önünden geçtiğim bir yeri yeni keşfettim. yer dediğim bir mağaza, ama bildik sıkıcı mağazalardan değil. bir cam boncuk sanatçısına ait.
dükkana ayak basınca bir parça kıskançlıktan -millette yetenek var be yahu- bir parça imrenmekten ve epey bir parça da hayranlıktan helak oldum.
onlar ne güzel boncuklar öyle!
insanın herbirinin karşısında oturup uzun uzun hayaller kurası geliyor. sanki bir boncuğun içinde binlerce minik boncuk, binlerce minik düş sığdırılmış gibi.
hemen söyleyeyim, yerin adı yegane. yaptığı işe yaraşır bir isim bulmuş. yeri de moda'da. dia moda şubesinin hemen karşısında (evet reklam için bana feci bir rüşvet verdi diyeceğim, nerdeeeee, boncuklara kedinin ciğere baktığı gibi yalanıp yalanıp baktım, ama bir tane bile vermedi!).
açılalı henüz yedi ay olmuş, üstelik atölyesi de hemen mağazanın içinde. hani uğrayacak olursanız, ustayı iş üzerinde yakalamanız olası.
upuzun cam boruları avrupa'dan getirtiyormuş (demek ki yerli mal bu alanda yetersiz geliyor? -valla vikipedi'ye de baktım, cam işinde feci gelişmişiz, ama hammadde konusunda pek bilgi bulamadım, detaylı arama yapmak için de bir parça üşendim, kem küm), bir de el emeği ve tasarım inceliğini hesaba katarsanız, takılar için biçtiği fiyatlar sudan ucuz gelecektir (siz de benim gibi meğmursanız, nah alabileceksiniz, ancak benim gibi salyalarınızı akıtır çıkarsınız kös kös!), bence kaçırmayın!
yanda da cam boncuğu ustası fatma arslan'ı görmektesiniz. arslan gibi miyavlarken yakaladım kendisini! hi hi :))
maalesef şimdilik web sitesi yok, ama meraklsına telefon numarasını verebilirim. 0216-3382179
dükkana ayak basınca bir parça kıskançlıktan -millette yetenek var be yahu- bir parça imrenmekten ve epey bir parça da hayranlıktan helak oldum.
onlar ne güzel boncuklar öyle!
insanın herbirinin karşısında oturup uzun uzun hayaller kurası geliyor. sanki bir boncuğun içinde binlerce minik boncuk, binlerce minik düş sığdırılmış gibi.
hemen söyleyeyim, yerin adı yegane. yaptığı işe yaraşır bir isim bulmuş. yeri de moda'da. dia moda şubesinin hemen karşısında (evet reklam için bana feci bir rüşvet verdi diyeceğim, nerdeeeee, boncuklara kedinin ciğere baktığı gibi yalanıp yalanıp baktım, ama bir tane bile vermedi!).
açılalı henüz yedi ay olmuş, üstelik atölyesi de hemen mağazanın içinde. hani uğrayacak olursanız, ustayı iş üzerinde yakalamanız olası.
upuzun cam boruları avrupa'dan getirtiyormuş (demek ki yerli mal bu alanda yetersiz geliyor? -valla vikipedi'ye de baktım, cam işinde feci gelişmişiz, ama hammadde konusunda pek bilgi bulamadım, detaylı arama yapmak için de bir parça üşendim, kem küm), bir de el emeği ve tasarım inceliğini hesaba katarsanız, takılar için biçtiği fiyatlar sudan ucuz gelecektir (siz de benim gibi meğmursanız, nah alabileceksiniz, ancak benim gibi salyalarınızı akıtır çıkarsınız kös kös!), bence kaçırmayın!
yanda da cam boncuğu ustası fatma arslan'ı görmektesiniz. arslan gibi miyavlarken yakaladım kendisini! hi hi :))
maalesef şimdilik web sitesi yok, ama meraklsına telefon numarasını verebilirim. 0216-3382179
26 Ağustos 2007 Pazar
barışa toz festivali
aslında gitmemle dönmem bir oldu diyebilirim. sahnede iki grup izledim izlemedim, kaçar adımlarla ilk gelen otobüse kendimi dar attım. barışarock festivali fikir olarak iyi, yer alan grupların müzikalitesi olarak çok çok iyi ve kuru bir müzik festivalinin ötesinde, anarşist bir ruha sahip olmasıyla, müziğin yanı sıra, stand up gösterileri, tartışmaları ve stk standları gibi bir sürü başka etkinliğiyle olağanüstü bir festival, ancak organizasyonun rezalet olduğunu söylemek zorundayım.
konser alanları tozdan geçilmez bir haldeydi, üstüne üstlük yeni yetme ergenlerin zıplama ve birbiri üzerine düşme keyfi de üzerine eklenince ortalık savaş alanından farksız, göz gözü görmez bir hal almıştıki, göz ve ciğer sağlığım için ortamdan tepikledim.
sanırım onlar da durumun farkındaydılar ki bir su tankeri yanaştı, toz ve güneşten felekleri şaşmış gençleri epey bir suladı.
o tozun içinde yoğrulduktan sonra hortum suyunun duşuyla aldıkları şekiller de ayrıca güzeldi elbette. ve galiba festivalin, benim yakalayabildiğim pozlar arasında en güzel fotoğraflarını vermiş oldular farketmeden.
festivalin ziyaretçileri arasında elbette ki sadece insanlar yoktu. tozla iyice harmanlanmış, rengi tozgrisi ile çamurzerafeti arasında gidip gelen bu cici arkadaşlar da, diğer katılımcılardan edinecekleri artıklara, ki bu artıklar sadece gıdayı kapsamıyordu, sevgiyi de içeriyordu, razıyldılar! ancak enteresan olan, hiç birinin gereğinden fazla haşır neşir olmadan yanınızdan tüymeleriydi.
hele sonuncunun ön bacaklarına fazlaca uzun olan arka bacakları ile oluşturduğu o komik görüntüsüne hiç aldırış etmeden etrafta kanguruları kıskandıracak bir çeviklikle zıplaması görülmeye değerdi.
müzik kısmına hiç değinmmediğimin ayırdındayım elbette. bunu nasılsa müzikle ilgilenen basın camiası yapacaktır düşüncesiyle, daha farklı bir açıdan yaklaşmak, oraya gitmemiş olanlar için başka bir pencere oluşturmaz mı? allahım ne de didaktik yaklaştım, ıyy diyorum kendime ve konuyu kapatıyorum izninizle.
en beğendiğim standa değinmeden geçmek bana yakışmaz: ar damarı losyonlarının ve cocacola şişelerinden imal 'nükleer başlıklı' füzelerinin yer aldığı "hayat bayram olsa ürün sergisi" mevcut tüm sosyal yanlışları sergilediği anti duruşuyla bence festivalin de özetini veriyor gibiydi. diğer stk'ların hakkını yememek lazım, hepsi canhıraş bir uğraşın içindeydi, kimi kefene sarılı bir arkadaşlarını sergileyip bağırış çağırış gürültü kirliliği arz ederken, kimi ise insanları kitap olarak pazarlayıp (cidden sıra dışı bir yaklaşım, meraklısı yaşayan kütüpane'ye baksın), gelenlerin kültürünü arttırmak çabasındaydı. ama beni yine de en çok bu yukarıda bahsettiğim sergi vurdu.
başka tadları da yabana atmamak lazım. mesela minicik uçurtmasını uçurmaya çabalayan sakallı amca ile akrobasileri ile ilgi odağı olmaya çabalayan (ve hakkıyla da başaran) gençleri belirtmemek ayıp olurdu.
diğer yandan özellikle fotoğraflamayı redettiğim çöp yığınları, ne kadar anarşist, ne kadar çevreci, ne kadar ne olursa olsun, her etkinliğin devasa bir tüketimden başka bir şey olmadığını da anımsatmaktan geri kalmadı.
galiba, (ve içimi burkan da bu) nihayetinde tek gerçek ve somut veri olarak bu çöpler kalıyor geriye!
konser alanları tozdan geçilmez bir haldeydi, üstüne üstlük yeni yetme ergenlerin zıplama ve birbiri üzerine düşme keyfi de üzerine eklenince ortalık savaş alanından farksız, göz gözü görmez bir hal almıştıki, göz ve ciğer sağlığım için ortamdan tepikledim.
sanırım onlar da durumun farkındaydılar ki bir su tankeri yanaştı, toz ve güneşten felekleri şaşmış gençleri epey bir suladı.
o tozun içinde yoğrulduktan sonra hortum suyunun duşuyla aldıkları şekiller de ayrıca güzeldi elbette. ve galiba festivalin, benim yakalayabildiğim pozlar arasında en güzel fotoğraflarını vermiş oldular farketmeden.
festivalin ziyaretçileri arasında elbette ki sadece insanlar yoktu. tozla iyice harmanlanmış, rengi tozgrisi ile çamurzerafeti arasında gidip gelen bu cici arkadaşlar da, diğer katılımcılardan edinecekleri artıklara, ki bu artıklar sadece gıdayı kapsamıyordu, sevgiyi de içeriyordu, razıyldılar! ancak enteresan olan, hiç birinin gereğinden fazla haşır neşir olmadan yanınızdan tüymeleriydi.
hele sonuncunun ön bacaklarına fazlaca uzun olan arka bacakları ile oluşturduğu o komik görüntüsüne hiç aldırış etmeden etrafta kanguruları kıskandıracak bir çeviklikle zıplaması görülmeye değerdi.
müzik kısmına hiç değinmmediğimin ayırdındayım elbette. bunu nasılsa müzikle ilgilenen basın camiası yapacaktır düşüncesiyle, daha farklı bir açıdan yaklaşmak, oraya gitmemiş olanlar için başka bir pencere oluşturmaz mı? allahım ne de didaktik yaklaştım, ıyy diyorum kendime ve konuyu kapatıyorum izninizle.
en beğendiğim standa değinmeden geçmek bana yakışmaz: ar damarı losyonlarının ve cocacola şişelerinden imal 'nükleer başlıklı' füzelerinin yer aldığı "hayat bayram olsa ürün sergisi" mevcut tüm sosyal yanlışları sergilediği anti duruşuyla bence festivalin de özetini veriyor gibiydi. diğer stk'ların hakkını yememek lazım, hepsi canhıraş bir uğraşın içindeydi, kimi kefene sarılı bir arkadaşlarını sergileyip bağırış çağırış gürültü kirliliği arz ederken, kimi ise insanları kitap olarak pazarlayıp (cidden sıra dışı bir yaklaşım, meraklısı yaşayan kütüpane'ye baksın), gelenlerin kültürünü arttırmak çabasındaydı. ama beni yine de en çok bu yukarıda bahsettiğim sergi vurdu.
başka tadları da yabana atmamak lazım. mesela minicik uçurtmasını uçurmaya çabalayan sakallı amca ile akrobasileri ile ilgi odağı olmaya çabalayan (ve hakkıyla da başaran) gençleri belirtmemek ayıp olurdu.
diğer yandan özellikle fotoğraflamayı redettiğim çöp yığınları, ne kadar anarşist, ne kadar çevreci, ne kadar ne olursa olsun, her etkinliğin devasa bir tüketimden başka bir şey olmadığını da anımsatmaktan geri kalmadı.
galiba, (ve içimi burkan da bu) nihayetinde tek gerçek ve somut veri olarak bu çöpler kalıyor geriye!
kategorize edelim
çevre,
gezelim görelim,
miting
25 Ağustos 2007 Cumartesi
kedi okulu
reklamını gördüğünüz firma bir kedi okulu açmış. ama bu öyle billdiğiniz okullardan değil! yani sanmayın ki, kedinizi alıp oraya kayıt ettiriyorsunuz, o da orada insan olmayı öğreniyor, hayır tam tersine, siz kaydınızı yaptırıyorsunuz ve kedi olmayı öğreniyorsunuz! yanlış okumadınız,, aynen dediğim gibi, kedi olmayı öğreniyorsunuz! böylece kedinizin neden bazzı davranışları sergilediğini anlamaya başlıyor ve onunla onun dilini konuşarak iletişime geçiyorsunuz.
hadi buyrun bakalım, bir bu okul eksikti. yani sen kalk aralıksız 12 yılını bu haytalarla geçir, onların en ufak harekitini, en belirsiz miyavını bile anlamayı öğren, sonra da böyle bir okula ihtiyacın olsun! ve o sana kalkıp bir kaç günde bunları öğretebilsin! neyse yahu, ben niye üstüme alınıyorsam... elbette yeni başlayanlara bu kurslar, 90 dakikada kedinizi anlamanın yolları tadında bir kitap gibi düşünün.
hadi buyrun bakalım, bir bu okul eksikti. yani sen kalk aralıksız 12 yılını bu haytalarla geçir, onların en ufak harekitini, en belirsiz miyavını bile anlamayı öğren, sonra da böyle bir okula ihtiyacın olsun! ve o sana kalkıp bir kaç günde bunları öğretebilsin! neyse yahu, ben niye üstüme alınıyorsam... elbette yeni başlayanlara bu kurslar, 90 dakikada kedinizi anlamanın yolları tadında bir kitap gibi düşünün.
24 Ağustos 2007 Cuma
prag'ın güzel insanları ...
ya da misafir perverliğin diğer adı
prag ile ilgili bir önceki yazımda da çıtlatmıştım, çek insanları başka güzel diye. henüz varışımın ilk bir kaç saatinde bu misafir perliğin ilk örneğini yaşama fırsatı buldum: otelime yerleştikten sonra, şehri en kısa yoldan tanıma olanağının bir şehir turuna katılmakla mümkün olacağını düşündüm ve oteldeki resepsiyonistin de yardımıyla bir tura yazılıp, ücretini de ödedim. yalnız çıkmakta gecikince, yürümek yerine metroya bineyim dedim. demez olaymışım!
biletimi aldım, ancak almanya'da olduğu gibi, bileti aldığın otomatın içinde bileti damgalatma kısmını bulamadım, biletin arkasında "by entry the metro" diye yazdığını görünce de üstelemedim. demek ki metronun içinde bir yerde ayrı bir otomat vardı.
tabii ki metronun içine daldığımda öyle bir otomatı bulamadım. çıkışta ise, evet evet, aynen tahmin ettiğiniz üzere kontrolörler biletleri kontrol etmesin mi. baktı benim bileti, geçersiz bu dedi. otomatı bulamadım, ama bileti almışım işte, hiç biletsiz değilim ki türünden yalvarmalar, kızmalar para etmedi. 500 kronu (yaklaşık 36 ytl - metro bileti sadece 2 kron tutmuştu) ayıla bayıla verdim. - bu arada: çok fazla avrupa kenti gezmedim, ama gördüklerimin arasında en uzun ve en hızlı ve en dik yürüyen merdiveninine prag metrosunda şahit oldum, o ne biçim vınlıyordu öyle aşağıya! -
ve ah ah diyerek de hayıflandım, yurdum insanı olsa, ulen salak turist işte, bırak gitsin derdi. yani 300 kronluk şehir turu bana toplamda 802 krona patlamıştı. ki sonraki iki gün boyunca, bu şehir turunun zaman kaybından başka bir şey olmadığını fark edecektim.
şehrin meydanlarından birindeki "cold drinks" yazılı büfelerinden birinde soğuk su alayım dedim, büfeci kadın bana hamam suyu kıvamında bir şişe uzattı, " ee hani col drinks" diyecek oldum, kadın verdiğim parayı fırlatırcasına tezgaha koydu ve buyur sana soğuk içecek dedi.
hani misafir perverliklerinden geçtim, hiç olmazsa bu düşmanca tutumları olmasa...
resepsiyondaki sevimli kıza, peki sen nasıl bu kadar cana yakınsın dedim, ben çek değilim ki dedi! slovakmış meğer.
işin aslı şuymuş: prag kenti turiste feci halde doymuş, kasayı doldurmuş, yani muhtaç değil elin pasaklı turistine, onun için de iplemiyormuş. gerçek çek insanını tanımak istiyorsan komşu şehirlere gideceksin demişti resepsiyoncu kız. ama bende vakit ne gezer...
dönüş treninde rastladığım kanadalı çift de benzer pek çok anısını aktarmıştı bana. nerede kim tarafından sebebini anlayamadıkları biçimde haşlanışlarını.
yani sanmayın ki garezleri sadece türklere.
rastladığım tek sevimli çek'in fotoğrafını keşke çekseydim diyorum şimdi. almanca dilinde yazılmış eserlerin sergi girişinde bilet satan mavi gözlü sarışın güzel bir çocuk. inanamamıştım çek oluşuna, emin misin diye sormuştum, o da garipsemişti benim bu sorumu.
işin ilginç tarafı ise pek çok insandan prag ile ilgili olumlu şeylerin söylenmesi. hani resepsiyonist kız ve kanadalı çift doğrulamasa dediklerimi, başka bir prag'a gittim diye düşüneceğim.
sonraki prag yazısı: görülesi yerler
prag ile ilgili bir önceki yazımda da çıtlatmıştım, çek insanları başka güzel diye. henüz varışımın ilk bir kaç saatinde bu misafir perliğin ilk örneğini yaşama fırsatı buldum: otelime yerleştikten sonra, şehri en kısa yoldan tanıma olanağının bir şehir turuna katılmakla mümkün olacağını düşündüm ve oteldeki resepsiyonistin de yardımıyla bir tura yazılıp, ücretini de ödedim. yalnız çıkmakta gecikince, yürümek yerine metroya bineyim dedim. demez olaymışım!
biletimi aldım, ancak almanya'da olduğu gibi, bileti aldığın otomatın içinde bileti damgalatma kısmını bulamadım, biletin arkasında "by entry the metro" diye yazdığını görünce de üstelemedim. demek ki metronun içinde bir yerde ayrı bir otomat vardı.
tabii ki metronun içine daldığımda öyle bir otomatı bulamadım. çıkışta ise, evet evet, aynen tahmin ettiğiniz üzere kontrolörler biletleri kontrol etmesin mi. baktı benim bileti, geçersiz bu dedi. otomatı bulamadım, ama bileti almışım işte, hiç biletsiz değilim ki türünden yalvarmalar, kızmalar para etmedi. 500 kronu (yaklaşık 36 ytl - metro bileti sadece 2 kron tutmuştu) ayıla bayıla verdim. - bu arada: çok fazla avrupa kenti gezmedim, ama gördüklerimin arasında en uzun ve en hızlı ve en dik yürüyen merdiveninine prag metrosunda şahit oldum, o ne biçim vınlıyordu öyle aşağıya! -
ve ah ah diyerek de hayıflandım, yurdum insanı olsa, ulen salak turist işte, bırak gitsin derdi. yani 300 kronluk şehir turu bana toplamda 802 krona patlamıştı. ki sonraki iki gün boyunca, bu şehir turunun zaman kaybından başka bir şey olmadığını fark edecektim.
şehrin meydanlarından birindeki "cold drinks" yazılı büfelerinden birinde soğuk su alayım dedim, büfeci kadın bana hamam suyu kıvamında bir şişe uzattı, " ee hani col drinks" diyecek oldum, kadın verdiğim parayı fırlatırcasına tezgaha koydu ve buyur sana soğuk içecek dedi.
hani misafir perverliklerinden geçtim, hiç olmazsa bu düşmanca tutumları olmasa...
resepsiyondaki sevimli kıza, peki sen nasıl bu kadar cana yakınsın dedim, ben çek değilim ki dedi! slovakmış meğer.
işin aslı şuymuş: prag kenti turiste feci halde doymuş, kasayı doldurmuş, yani muhtaç değil elin pasaklı turistine, onun için de iplemiyormuş. gerçek çek insanını tanımak istiyorsan komşu şehirlere gideceksin demişti resepsiyoncu kız. ama bende vakit ne gezer...
dönüş treninde rastladığım kanadalı çift de benzer pek çok anısını aktarmıştı bana. nerede kim tarafından sebebini anlayamadıkları biçimde haşlanışlarını.
yani sanmayın ki garezleri sadece türklere.
rastladığım tek sevimli çek'in fotoğrafını keşke çekseydim diyorum şimdi. almanca dilinde yazılmış eserlerin sergi girişinde bilet satan mavi gözlü sarışın güzel bir çocuk. inanamamıştım çek oluşuna, emin misin diye sormuştum, o da garipsemişti benim bu sorumu.
işin ilginç tarafı ise pek çok insandan prag ile ilgili olumlu şeylerin söylenmesi. hani resepsiyonist kız ve kanadalı çift doğrulamasa dediklerimi, başka bir prag'a gittim diye düşüneceğim.
sonraki prag yazısı: görülesi yerler
Prag yolu - gidişin olsun da dönüşün beter olsun!
tefrikaya başlarken, belki de ilk yazımın bu olması gerekirdi, ne de olsa macera burada başlıyor, üstelik hem gidişim hem de dönüşüm kayda geçecek kadar orjinaldi.
almanya'da bir seminer için iki haftalığına bulunduğum süreçte, bir hafta sonu kaçamağı şeklinde planladığım geziye, tren biletini alarak başladım. yaklaşık 170 euro olan normal bilet fiyatının yarsından dahi az bir bileti bulunca üzerine atlamıştım.
sevindirik bir halde perona gittiğimde ne göreyim, doğu almanya zamanlarından kalma külüstür bir tren orada durmasın mı? o saatten sonra yeni bilet alma imkanı da yoktu, boyun eğip bindim. tek tesellim de her ne kadar gidişim koltuklardaysa da dönüşüm hiç olmazsa yataklı vagonda olacaktı.
binerken, yoğun bir şekilde çekik gözlü arkadaşların akını da gözümden kaçmış değildi. herhalde kalabalık bir asya kafilesine denk geldim diyerek bindim. ancak vagona binince ve dört adet çekik gözlüyle aynı kompartımanna denk düşünce, hükümetlerinin bunda parmağı var diye düşündüm: gidin dünyayı istila edin!
resimde görülen lacivertli beyefendi oğlumuz beş kelime ingilizcesi ile, yola çıktığımız gece saat onbir itibariyle sabah üçe kadar beni çıldırtmayı başarmış yetenekli bir insan evladıydı.
ve o beş kelimesinin çeşitli kombinasyonları ve benim üstün bilmece çözme yetimle, bunların koreli olduğunu, hükümetçe de gençlerin yurt dışına çıkmaları desteklendiğini (dememiş miydim!?) öğrenebildim. diğerleri ise o beş kelimeden bile yoksun olduğu için pek bir şey dememişlerdi, ama açıkçası o tek kişi yetmiş de artmıştı.
sonunda biraz uyuyayım, yarın bir kenti keşfetmek istiyorum diyerek kaçmıştım o muhteşem sohbetinden.
dönüşümün bundan da beter olacağını nereden bileyim?!
çek insanlarının üstün misafir perverliğinden yakamı zar zor sıyırıp (tefrikanın üçüncü bölümünü onlara adayacağım) canım güzel ülke almanya (çek cumhuriyetiyle kıyaslanınca cennet sayılıcak bir ülke) diyerek bindiğim yataklı vagonda bir kanadalı, iki fransız çiftin ve benim dışında komple trenin yine bu koreli gençlerin istilasında olduğunu görünce bir yutkundum. sonra, gidiştekiler gibi değildir umuduyla kompartımana girdim. o külüstür trenin külüstür kompartımanında altı adet ranza olduğunu görünce ikinci kez yutkundum, ama üst ranzalardan birinin bana ait olduğunu görünce yutkunmakla kalmadım, soğuk terler de döktüm. sanki başıma gelecekleri hissetmiş gibiydim.
sonra bizim koreliler akın etti: iki hatun üç erkek.
üstelik bu seferkiler o beş kelime ingilizce bilgilerinden muaf gibiydiler.
önce benim ranzamın ayakucundaki boşluğuna bir tanesinin bavulunu yerleştirmesiyle başladı olay, el kol işaretleriyle, benim o boşluğa kendi çantamı yerleştirmek istediğimi anlattım da, geri aldılar.
üstelik girişmeye çalıştığım nezaket icabı diyalogları da ellerinin tersiyle de itince, ben de ertesi sabah erkenden seminere katılmam gerektiğinden onbir gibi yattım.
ama uyumak ne mümkün?
beni diyaloglarına almamış olmaları, konuşamayı sevmediklerinden değil, ingilizce bilmediklerinden ya da yabancılarla muhabbet etmeyi sevmediklerindenmiş, yoksa kendi aralarında dangur dungur korece konuşup durdular, hem de bangır bangır. hani tam uykuya dalacağım anlarda biri çığlık çığlığa gülmese, yine çok rahatsız olmazdım.
bir kaç defa rica edip sonuç alamayınca dayanamadım, bağırarak susmalarını ingilice ve tarzanca karışımı bir dille anlattım. sanırım anlamışlardı ki, uykuya dalabilmiştim ben de.
ama bununla biter mi? bitmezzz: böylece pencere maceramız başlamış oldu!
bir saat sonra, bu sefer içerisinin aşırı sıcak olması yüzünden uyandım: ne olmuş dersiniz? evet ya, pencereyi kapatmışlar!
hava sıcaklığı 35 derece, kompartımanda 38, üst ranzada bu sanırım 40 dereceye çıkıyordu.
hepsi uyumuuş olduğundan eğildim, pencereyi açtım, içeriye esen azıcık rüzgarın serinliğiyle de uyuya kaldım. lakin bu rahatlık ancak yarım saat sürdü. yine uyandım: pencere kapalı. yine açtım. ve bu sanırım bu şekilde üç dört defa gitti, ta ki, ben alt ranzada yatan koreli balinanın, kafasını pencere tarafına dönmüş olduğunu ayırt edene dek. neyse bunu dürtüp öbür tarafa dönmesini sağladım da, rahat ettim.
yetti mi? yetmezzz: bir vukuatımız daha oldu:
sınırdan geçerken, sınır polisleri kompartımanları gezip pasaport kontrolü yapıyorlardı ki, bizim kapı vurulunca uyanan bir tek ben olduğumdan, kapıyı yukarıdan ittirmeye çalıştım. kapıyı itsenize dememe rağmen polis, kapı kilitli dedi. durumu garipseyerek kapıyı çekelemeye çalışırken ne göreyim, bizim çekik gözlü bıdıklar kapıyı zincirlemişler!? (keşke o an bunun fotoğrafını çekmeyi akıl edebilseydim).
hani gece boyunca kesseler beni, kimse kurtarmaya gelemeyecek!
neyse uyandırdım bunları da, kapıyı da tekrar zincirletmedim. neymiş, can güvenlikleri için zincirlemişler! ee benim can güvenliğim ne alemde?
ertesi sabah topuklarımın totoma vura vura o kompartımandan kaçtığımı duyunca şaşırmamışsınızdır eminim.
dip not: belirtmeden geçemeyeceğim, gerek giderken, gerek dönüşte, koreli kadar etmediğimizi ayrımsadım. onların pasaportlarını doğru düzgün kontrol etmezken sınır polisi, benim türk pasaportumu mercek altına alıp uzun uzun incelemişti. yoksa tipimden potansiyel suçlu olduğum mu anlaşılıyordu ne?
almanya'da bir seminer için iki haftalığına bulunduğum süreçte, bir hafta sonu kaçamağı şeklinde planladığım geziye, tren biletini alarak başladım. yaklaşık 170 euro olan normal bilet fiyatının yarsından dahi az bir bileti bulunca üzerine atlamıştım.
sevindirik bir halde perona gittiğimde ne göreyim, doğu almanya zamanlarından kalma külüstür bir tren orada durmasın mı? o saatten sonra yeni bilet alma imkanı da yoktu, boyun eğip bindim. tek tesellim de her ne kadar gidişim koltuklardaysa da dönüşüm hiç olmazsa yataklı vagonda olacaktı.
binerken, yoğun bir şekilde çekik gözlü arkadaşların akını da gözümden kaçmış değildi. herhalde kalabalık bir asya kafilesine denk geldim diyerek bindim. ancak vagona binince ve dört adet çekik gözlüyle aynı kompartımanna denk düşünce, hükümetlerinin bunda parmağı var diye düşündüm: gidin dünyayı istila edin!
resimde görülen lacivertli beyefendi oğlumuz beş kelime ingilizcesi ile, yola çıktığımız gece saat onbir itibariyle sabah üçe kadar beni çıldırtmayı başarmış yetenekli bir insan evladıydı.
ve o beş kelimesinin çeşitli kombinasyonları ve benim üstün bilmece çözme yetimle, bunların koreli olduğunu, hükümetçe de gençlerin yurt dışına çıkmaları desteklendiğini (dememiş miydim!?) öğrenebildim. diğerleri ise o beş kelimeden bile yoksun olduğu için pek bir şey dememişlerdi, ama açıkçası o tek kişi yetmiş de artmıştı.
sonunda biraz uyuyayım, yarın bir kenti keşfetmek istiyorum diyerek kaçmıştım o muhteşem sohbetinden.
dönüşümün bundan da beter olacağını nereden bileyim?!
çek insanlarının üstün misafir perverliğinden yakamı zar zor sıyırıp (tefrikanın üçüncü bölümünü onlara adayacağım) canım güzel ülke almanya (çek cumhuriyetiyle kıyaslanınca cennet sayılıcak bir ülke) diyerek bindiğim yataklı vagonda bir kanadalı, iki fransız çiftin ve benim dışında komple trenin yine bu koreli gençlerin istilasında olduğunu görünce bir yutkundum. sonra, gidiştekiler gibi değildir umuduyla kompartımana girdim. o külüstür trenin külüstür kompartımanında altı adet ranza olduğunu görünce ikinci kez yutkundum, ama üst ranzalardan birinin bana ait olduğunu görünce yutkunmakla kalmadım, soğuk terler de döktüm. sanki başıma gelecekleri hissetmiş gibiydim.
sonra bizim koreliler akın etti: iki hatun üç erkek.
üstelik bu seferkiler o beş kelime ingilizce bilgilerinden muaf gibiydiler.
önce benim ranzamın ayakucundaki boşluğuna bir tanesinin bavulunu yerleştirmesiyle başladı olay, el kol işaretleriyle, benim o boşluğa kendi çantamı yerleştirmek istediğimi anlattım da, geri aldılar.
üstelik girişmeye çalıştığım nezaket icabı diyalogları da ellerinin tersiyle de itince, ben de ertesi sabah erkenden seminere katılmam gerektiğinden onbir gibi yattım.
ama uyumak ne mümkün?
beni diyaloglarına almamış olmaları, konuşamayı sevmediklerinden değil, ingilizce bilmediklerinden ya da yabancılarla muhabbet etmeyi sevmediklerindenmiş, yoksa kendi aralarında dangur dungur korece konuşup durdular, hem de bangır bangır. hani tam uykuya dalacağım anlarda biri çığlık çığlığa gülmese, yine çok rahatsız olmazdım.
bir kaç defa rica edip sonuç alamayınca dayanamadım, bağırarak susmalarını ingilice ve tarzanca karışımı bir dille anlattım. sanırım anlamışlardı ki, uykuya dalabilmiştim ben de.
ama bununla biter mi? bitmezzz: böylece pencere maceramız başlamış oldu!
bir saat sonra, bu sefer içerisinin aşırı sıcak olması yüzünden uyandım: ne olmuş dersiniz? evet ya, pencereyi kapatmışlar!
hava sıcaklığı 35 derece, kompartımanda 38, üst ranzada bu sanırım 40 dereceye çıkıyordu.
hepsi uyumuuş olduğundan eğildim, pencereyi açtım, içeriye esen azıcık rüzgarın serinliğiyle de uyuya kaldım. lakin bu rahatlık ancak yarım saat sürdü. yine uyandım: pencere kapalı. yine açtım. ve bu sanırım bu şekilde üç dört defa gitti, ta ki, ben alt ranzada yatan koreli balinanın, kafasını pencere tarafına dönmüş olduğunu ayırt edene dek. neyse bunu dürtüp öbür tarafa dönmesini sağladım da, rahat ettim.
yetti mi? yetmezzz: bir vukuatımız daha oldu:
sınırdan geçerken, sınır polisleri kompartımanları gezip pasaport kontrolü yapıyorlardı ki, bizim kapı vurulunca uyanan bir tek ben olduğumdan, kapıyı yukarıdan ittirmeye çalıştım. kapıyı itsenize dememe rağmen polis, kapı kilitli dedi. durumu garipseyerek kapıyı çekelemeye çalışırken ne göreyim, bizim çekik gözlü bıdıklar kapıyı zincirlemişler!? (keşke o an bunun fotoğrafını çekmeyi akıl edebilseydim).
hani gece boyunca kesseler beni, kimse kurtarmaya gelemeyecek!
neyse uyandırdım bunları da, kapıyı da tekrar zincirletmedim. neymiş, can güvenlikleri için zincirlemişler! ee benim can güvenliğim ne alemde?
ertesi sabah topuklarımın totoma vura vura o kompartımandan kaçtığımı duyunca şaşırmamışsınızdır eminim.
dip not: belirtmeden geçemeyeceğim, gerek giderken, gerek dönüşte, koreli kadar etmediğimizi ayrımsadım. onların pasaportlarını doğru düzgün kontrol etmezken sınır polisi, benim türk pasaportumu mercek altına alıp uzun uzun incelemişti. yoksa tipimden potansiyel suçlu olduğum mu anlaşılıyordu ne?
23 Ağustos 2007 Perşembe
prag'ın dilencileri
geçen sene gayrı ihtiyari (o nasıl oldu diyeceksiniz, söyliyeyim: uçağım almanya'ya giderken prag'da düşüverdi de, tek kurtulan bendim...) tarihin en güzel kentlerinden birine uğradım.
ne zamandır anlatmak istiyordum bu komik seyahatimi, kısmet bugüneymiş.
aslında tefrika etmek suretiyle ayrı başlıklarla devam edebilirim, böylece insanlık prag kenti'nin gerçek yüzünü de sayemde tecrübe eder (ah ah insanlık için feda olayım bee).
şehir avuç içi kadar bir yer olduğundan bir günde tümünü gezmek mümkün, işte o tüm gün içerisinde rastladığım bilumum dilencilerin duruşları beni çarpmıştı. secde eder bir halde saatlerce durmaları ile teslimiyetlerini mi ifade ediyorlardı, yoksa müşkül durumlarının boyutunu mu anlatmaya çalışıyorlardı karar veremedim.
pek çoğunun da köpeği de vardı yanında. onların duruşları neyse ki daha rahattı da, bir de onlar için üzülmek zorunda kalmadım.
sadece ikisinin fotoğrafını çekmiş olmamın bir sebebi de, bu denli teslimiyet içeren, en dipte olduğunu açıkça ilan eden bir duruşun çekinmeme sebep olmasıydı.
tepeden bakanın yabancılık duygusunun yanı sıra (burada tepeden bakmak, hor görmek manasında değildir), saygının ve acıma hissinin karışımıyla bir nevi anlayamama hali.
kendi kültürümüzde alışkın olduğumuz dilenci davranışından uzak olması, yani sözle ve hatta yolunuzu kesmek suretiyle yapılan dilenci taciziyle hiç bir alakası olmaması etken elbette.
acımasız bir açıdan düşünülecek olursa da bu bağlamda başarılı bir strateji gibi görünüyor, çünkü hedefine varıyor: itinayla hiç birini bir kaç bozukluk atmadan geçemedim.
bu duruşlarının tarihi veya dinsel bir kaynağı vardır muhakkak, ancak ben bulamadım (epey araştırmama rağmen), bilen varsa, bana da bildirirse sevinirim.
bu yazım biraz ciddi kaçtı, farkındayım, ama açıkçası, beni bu denli etkileyen bir anıya sarkazm yakışmayacak gibiydi...
ne zamandır anlatmak istiyordum bu komik seyahatimi, kısmet bugüneymiş.
aslında tefrika etmek suretiyle ayrı başlıklarla devam edebilirim, böylece insanlık prag kenti'nin gerçek yüzünü de sayemde tecrübe eder (ah ah insanlık için feda olayım bee).
şehir avuç içi kadar bir yer olduğundan bir günde tümünü gezmek mümkün, işte o tüm gün içerisinde rastladığım bilumum dilencilerin duruşları beni çarpmıştı. secde eder bir halde saatlerce durmaları ile teslimiyetlerini mi ifade ediyorlardı, yoksa müşkül durumlarının boyutunu mu anlatmaya çalışıyorlardı karar veremedim.
pek çoğunun da köpeği de vardı yanında. onların duruşları neyse ki daha rahattı da, bir de onlar için üzülmek zorunda kalmadım.
sadece ikisinin fotoğrafını çekmiş olmamın bir sebebi de, bu denli teslimiyet içeren, en dipte olduğunu açıkça ilan eden bir duruşun çekinmeme sebep olmasıydı.
tepeden bakanın yabancılık duygusunun yanı sıra (burada tepeden bakmak, hor görmek manasında değildir), saygının ve acıma hissinin karışımıyla bir nevi anlayamama hali.
kendi kültürümüzde alışkın olduğumuz dilenci davranışından uzak olması, yani sözle ve hatta yolunuzu kesmek suretiyle yapılan dilenci taciziyle hiç bir alakası olmaması etken elbette.
acımasız bir açıdan düşünülecek olursa da bu bağlamda başarılı bir strateji gibi görünüyor, çünkü hedefine varıyor: itinayla hiç birini bir kaç bozukluk atmadan geçemedim.
bu duruşlarının tarihi veya dinsel bir kaynağı vardır muhakkak, ancak ben bulamadım (epey araştırmama rağmen), bilen varsa, bana da bildirirse sevinirim.
bu yazım biraz ciddi kaçtı, farkındayım, ama açıkçası, beni bu denli etkileyen bir anıya sarkazm yakışmayacak gibiydi...
22 Ağustos 2007 Çarşamba
kaçışın sonun olsun!
ufaklık anıt gibi duruyor örgü örtünün ilmekleri arasında. "dur şu popomu da çıkartayım, kaçtığımın resmidir" der gibi ıkınmakta, ama nafile!
ben ona demiştim zaten, yeme o kadar, büyütme şu popoyu diye, ama dinleyen kim?! olacağı da budur elbette.
o koca poposu da sığsaymış delikten, özgürlüğün başka bir boyutunda olacakmış kendileri. lakin, sığamamış, takılı kalmış ilmeklerin arasında. kim bilir kaç gündür...
ben ona demiştim zaten, yeme o kadar, büyütme şu popoyu diye, ama dinleyen kim?! olacağı da budur elbette.
o koca poposu da sığsaymış delikten, özgürlüğün başka bir boyutunda olacakmış kendileri. lakin, sığamamış, takılı kalmış ilmeklerin arasında. kim bilir kaç gündür...
19 Ağustos 2007 Pazar
ankara'nın büyük hizmeti
bilenleriniz bilir, şu aralar ankara büyük bir konuğu ağırlıyor. ama nedense bundan pek haberdar değil. ya da biliyor da, bilmezlikten geliyor. olsun varsın, bizim gönlümüz ağırlansın yeter. ağarlayan da ağırlıyor hani :)
velhasıl kelam, yollarını arşınlarken susuz kentin, şu değerli afişe denk geldim, gelince de, sizlerle paylaşmadan edemedim.
evet doğru okudunuz, bu bir "öss night" yani öss gecesi. gecenin tarihi de yazılmamış, çünkü gerek yok, mini mini gençlerimiz sınava girdikleri 17 haziran'ın gecesinde çeşit çeşit dj eşliğinde zıplamak suretiyle sınav stresini üzerinden atmışlar. hatta erkek sınav zedelere de iltimaz geçilmiş, tahminimce resimde görülen hanım kızlarımızın da iştirak ettiği bir dans grubu da hünerlerini icra etmişlerdir.
buraya kadar herşey normal diyebilirsiniz elbettte (yani diyenleriniz varsa), o halde gelelim işin spekülatif tarafına:
etkinliği düzenleyen organizasyon her ne kadar adının redroom olduğunu tahmin ettiğimiz bir organizasyon gibi görünse de, değil işte! bence bu paravan isim sevgili okuyucularım. yani yök dağılmadan evvel (malum ya, yeni cumhurbaşkanın seçilişiyle birlikte bir kaç sene içinde 53 üyesi gümürtüye gidecek) son bir jest yapmak istedi, ama ciddiyetine yakışmaz diye organize edilmesini bu şirkete verdi ve şşşt sakın ha benim adımı zikretme uluorta diye de öğütledi.
tamam yaw tamam, ille de doğrucu davultuk yapacam diyenler şurayı bir okuyabilirler, ama bence bu da paravan...
yalnız merak ettiğim, niye ulusal bir etkinliğe dönüştürmemişler de sadece ankara sınırları içinde bırakılmış.
belki de, suyumuz yok ama onun yerine partiye buyrun mu dediler acaba?
velhasıl kelam, yollarını arşınlarken susuz kentin, şu değerli afişe denk geldim, gelince de, sizlerle paylaşmadan edemedim.
evet doğru okudunuz, bu bir "öss night" yani öss gecesi. gecenin tarihi de yazılmamış, çünkü gerek yok, mini mini gençlerimiz sınava girdikleri 17 haziran'ın gecesinde çeşit çeşit dj eşliğinde zıplamak suretiyle sınav stresini üzerinden atmışlar. hatta erkek sınav zedelere de iltimaz geçilmiş, tahminimce resimde görülen hanım kızlarımızın da iştirak ettiği bir dans grubu da hünerlerini icra etmişlerdir.
buraya kadar herşey normal diyebilirsiniz elbettte (yani diyenleriniz varsa), o halde gelelim işin spekülatif tarafına:
etkinliği düzenleyen organizasyon her ne kadar adının redroom olduğunu tahmin ettiğimiz bir organizasyon gibi görünse de, değil işte! bence bu paravan isim sevgili okuyucularım. yani yök dağılmadan evvel (malum ya, yeni cumhurbaşkanın seçilişiyle birlikte bir kaç sene içinde 53 üyesi gümürtüye gidecek) son bir jest yapmak istedi, ama ciddiyetine yakışmaz diye organize edilmesini bu şirkete verdi ve şşşt sakın ha benim adımı zikretme uluorta diye de öğütledi.
tamam yaw tamam, ille de doğrucu davultuk yapacam diyenler şurayı bir okuyabilirler, ama bence bu da paravan...
yalnız merak ettiğim, niye ulusal bir etkinliğe dönüştürmemişler de sadece ankara sınırları içinde bırakılmış.
belki de, suyumuz yok ama onun yerine partiye buyrun mu dediler acaba?
18 Ağustos 2007 Cumartesi
ölümüne buzdansı
henüz çok ufaktım, yüzgeçlerim güçlüydü, deniz koca bir gökyüzüydü ve benim kanatlarım devasaydı: düşlerim vardı, deryaları aşarım sanmıştım.
atılgandım, meraklıydım, ufacık gövdeme sığmayan bir yüreğim vardı, arkadaşlarımı da heyecanlandırıp yanıma katmış, yabancı suları arşınlamıştım ki bir anda, nasıl olduğunu anlamyamdığım bir şekilde, alışkın olduğum dünyanın çok uzağında, soluk alamaz bir şekilde buluvermiştim kendimi.
her yanım soğumuştu ve her yer beyazdı, kıpırdayamıyordum artık. boylu boyunca bu soğuk, beyaz, bu nefes aldırmaz mekanın kölesiydim. nereye varacaktım, ne olacaktım, hiç bir fikrim yoktu.
karşımda ise, fotoğraf makinasına asılmış, meraklı meraklı sanat fotoğrafları çektiğini sanan bir tipleme vardı...
16 Ağustos 2007 Perşembe
big brother is watching you
bunu okuyunca üzüldüm şimdi bir parça.
tamam bu iki ayaklı hayvanlar belki biraz pasaklı davranmışlar ama ne yapsın garibanlar beslenmek istemişler alt tarafı.
hem belki insan olmaktan bıkmış hayvanlardır bunlar?!
üstelik tehditlerine bakın hele "izleniyorsunuz!" yani insanın (iki ayaklı olmayanı) la havle çekesi geliyor. madem izliyorsun be güzel kardeşim, o zaman o iki ayaklının o mamalarla beslenmeye çalıştığını da anlamış olman gerek! ayıp olmuyor mu bir de üstüne böyle yazılar yazmak?
tehdit edeceğine, kur şuraya mamanın yanına bir de sofra (gerçi bu hayvan sofradan yiyemeyecektir, onun için vazgeçtim), yani yer sofrası, dumanı üstünde bir tarhana çorbası (eğilip diliyle şapur şupur içebilir böylece, kaşığa da gerek yok), o zaman izle bakalım.
değil mi ama?
hem nasıl izliyorlar onu da merak ettim, etrafta kamera yoktu. belki de ajan filmi fazla izlemiş bu izleyici arkadaş, gizli kameralar kurmuştur mekana.
ama anlaşılan o ki, sadece izlemekle yetiniyor...
tamam bu iki ayaklı hayvanlar belki biraz pasaklı davranmışlar ama ne yapsın garibanlar beslenmek istemişler alt tarafı.
hem belki insan olmaktan bıkmış hayvanlardır bunlar?!
üstelik tehditlerine bakın hele "izleniyorsunuz!" yani insanın (iki ayaklı olmayanı) la havle çekesi geliyor. madem izliyorsun be güzel kardeşim, o zaman o iki ayaklının o mamalarla beslenmeye çalıştığını da anlamış olman gerek! ayıp olmuyor mu bir de üstüne böyle yazılar yazmak?
tehdit edeceğine, kur şuraya mamanın yanına bir de sofra (gerçi bu hayvan sofradan yiyemeyecektir, onun için vazgeçtim), yani yer sofrası, dumanı üstünde bir tarhana çorbası (eğilip diliyle şapur şupur içebilir böylece, kaşığa da gerek yok), o zaman izle bakalım.
değil mi ama?
hem nasıl izliyorlar onu da merak ettim, etrafta kamera yoktu. belki de ajan filmi fazla izlemiş bu izleyici arkadaş, gizli kameralar kurmuştur mekana.
ama anlaşılan o ki, sadece izlemekle yetiniyor...
15 Ağustos 2007 Çarşamba
cup ve alaca albümü
bu da cup ve alaca'nın değişik değişik pozları.
yine tıklayın, açılınca da "slayt gösterisi" butonunu tıklayın, seyreyleyin!
yine tıklayın, açılınca da "slayt gösterisi" butonunu tıklayın, seyreyleyin!
cup & alaca |
karış karış dünya albümü
buyrun, bunlar da çekip, sonra da, uy haçan ne küsel çekmişum daa diyerek albüme koduğum fotoğraflar. Üzerine gelip tıklayın, gezün görün, yorum eyleyin!
Yükleme devam edecektir...
Yükleme devam edecektir...
karış karış dünya |
13 Ağustos 2007 Pazartesi
yersizliğe yer
yaratıcı yurdum insanı kalabalık otobüslerde ayakta kalma derdine de bir çözüm bulmuş!
katlanabilen sandalyesini yanına alarak bu duruma önlem aldığı gibi, yandaki resimde görüldüğü üzre de hafiften caka satıyor.
ama tek satacağı cakasıyla da sınırlı kalmıyor. diyelim ki bu değerli kardeşimiz kendine yer buldu. "ne salağım, boşuna taşıdım sandaleyeyi, tüh" diye demesine gerek yok. hemen, iş bitirici bitirim tadında sandalyesini ayaktaki diğer garibanlara ikram ederek günün kibar ve duyarlı insanı seçilebilme potansiyeline erişebilir.
ya da evde aç bekleyen bebelerini düşünen bir kimseyse (aslında burada "paragöz" diyecektim, ama ayıp olmasın dedim), pekala da kiraya verebilir.
bu vesileyle de sandalyeyi boşuna taşımamış olmanın gönül veya (şıngır şıngır paralarla) cep rahatlığını yaşayacaktır.
darısı diğer girişimci yurdum insanının başına o halde!
katlanabilen sandalyesini yanına alarak bu duruma önlem aldığı gibi, yandaki resimde görüldüğü üzre de hafiften caka satıyor.
ama tek satacağı cakasıyla da sınırlı kalmıyor. diyelim ki bu değerli kardeşimiz kendine yer buldu. "ne salağım, boşuna taşıdım sandaleyeyi, tüh" diye demesine gerek yok. hemen, iş bitirici bitirim tadında sandalyesini ayaktaki diğer garibanlara ikram ederek günün kibar ve duyarlı insanı seçilebilme potansiyeline erişebilir.
ya da evde aç bekleyen bebelerini düşünen bir kimseyse (aslında burada "paragöz" diyecektim, ama ayıp olmasın dedim), pekala da kiraya verebilir.
bu vesileyle de sandalyeyi boşuna taşımamış olmanın gönül veya (şıngır şıngır paralarla) cep rahatlığını yaşayacaktır.
darısı diğer girişimci yurdum insanının başına o halde!
12 Ağustos 2007 Pazar
kırpıkoğlan, keloğlan
tamam yaw, tamam, dalga geçmeyin!
annem olacak insan evladı götürdü beni kedici berbere, acımadan beni bu hale getirtti. alemlere maymun bir halde eve geldiğim yetmezmiş gibi, bir de poz poz fotoğraflarımı çekti.
yok neymiş, çok dökülüyormuş tüylerim! yahu 12 yıldır batmıyordu da, şimdi mi sorun oldu benim şahane beyaz yumaklarım?!
hem toplasaydın o dökülenleri, şimdiye kadar beş yorgan, 13 adet yastık çıkatmış, satmış, ailece köşeyi dönmüş olurduk.
nedir bu yani sorarım size? ülke ekonomisini sekteye uğratmak değil mi?
üstüne üstlük, kırptırdığı şahane tüylerimi kedici berbere hediye etti. her ne kadar gözlerim görmese de, o değer bilmez berberin biricik tüylerimi süpürgeyle süpürüp çöpe attığını da duydum. ah ah içim hala yanıyor...
valla en kısa sürede tüylerimi yeniden uzatıp rock konserlerine gitmez, uzun tüylerimi de anneme nanik yaparcasına sallamazsam ne olayım!
annem olacak insan evladı götürdü beni kedici berbere, acımadan beni bu hale getirtti. alemlere maymun bir halde eve geldiğim yetmezmiş gibi, bir de poz poz fotoğraflarımı çekti.
yok neymiş, çok dökülüyormuş tüylerim! yahu 12 yıldır batmıyordu da, şimdi mi sorun oldu benim şahane beyaz yumaklarım?!
hem toplasaydın o dökülenleri, şimdiye kadar beş yorgan, 13 adet yastık çıkatmış, satmış, ailece köşeyi dönmüş olurduk.
nedir bu yani sorarım size? ülke ekonomisini sekteye uğratmak değil mi?
üstüne üstlük, kırptırdığı şahane tüylerimi kedici berbere hediye etti. her ne kadar gözlerim görmese de, o değer bilmez berberin biricik tüylerimi süpürgeyle süpürüp çöpe attığını da duydum. ah ah içim hala yanıyor...
valla en kısa sürede tüylerimi yeniden uzatıp rock konserlerine gitmez, uzun tüylerimi de anneme nanik yaparcasına sallamazsam ne olayım!
11 Ağustos 2007 Cumartesi
samatya'da bir keş
samatya'da balık pazarının orada rastladım kendisine, kafasını zor kaldırıp baktı. akşamdan mı kalmaydı, yoksa sabah yeniden mi başlamıştı anlamadım, ama göz altları belki de hiç ara vermediğini söylüyordu.
her ne kadar o "düştüm, kapı çarptı valla abi" diye görünen köyü inkar etse de, kokuyu saklayamıyordu. yalpalaması da cabasıydı.
ben de lafı uzatmadan bir büyük alıp kıvrıldım onla köprü altına, eskilerden bir güzel veryansın ettik, uzun havalara eşlik ederek...
her ne kadar o "düştüm, kapı çarptı valla abi" diye görünen köyü inkar etse de, kokuyu saklayamıyordu. yalpalaması da cabasıydı.
ben de lafı uzatmadan bir büyük alıp kıvrıldım onla köprü altına, eskilerden bir güzel veryansın ettik, uzun havalara eşlik ederek...
ortapedi
artık hastanelerde yeni bir bölüm var: ortapedi.
gerçi ben henüz bir adet hastanede gördüm (hee evet, boş zamanlarıımda hastane hastane dolaşıp tabela inceliyorum), ama eminim kısa sürede çığır olup yayılacak tüm hastanelere.
yalnız nasıl bir bölüm olduğunu, hangi hastalığa baktığını sormayın, tahminimce ortopedi ile benzer bir alana bakıyordur. ya da tüm hastalıkları ortalayıp ped dağıtıyordur... diyeceğim, yok yok artık bu denli sulu bir bölüm değildir diye umuyorum.
konuyu detayıyla merak edenlere bilahare hastane adını veririm. burada yazamam, reklama girer. hem sonra hastane yüzlerce ortapedi hastasıyla uğraşmak zorunda kalır. kıyamam!
gerçi ben henüz bir adet hastanede gördüm (hee evet, boş zamanlarıımda hastane hastane dolaşıp tabela inceliyorum), ama eminim kısa sürede çığır olup yayılacak tüm hastanelere.
yalnız nasıl bir bölüm olduğunu, hangi hastalığa baktığını sormayın, tahminimce ortopedi ile benzer bir alana bakıyordur. ya da tüm hastalıkları ortalayıp ped dağıtıyordur... diyeceğim, yok yok artık bu denli sulu bir bölüm değildir diye umuyorum.
konuyu detayıyla merak edenlere bilahare hastane adını veririm. burada yazamam, reklama girer. hem sonra hastane yüzlerce ortapedi hastasıyla uğraşmak zorunda kalır. kıyamam!
10 Ağustos 2007 Cuma
bir vamış , gerisi yokmuş...
evvel zaman içinde mini mini bir blog yazarı yaşarmış. gün olur derelerden tepelerden döktürürmüş, gün gelir sesi sedası kesilir, uğruna kınalar yakılırmış, çünkü gün kâfi gelmez, haftalarca sesi sedası çıkmadığı olurmuş...
ama mini blog yazarı gözükmediği sürelerde semirirmiş (yandaki fotoda görüldüğü üzre), yeni gıpgıcır konularla geri dönmeyi beklermiş sadece.
veee artık beklemeyi bırakıp faaliyete geçmiş kendileri! valla söylemesi benden: duyduk duymadık demeyin!
yani müjdesi benden, okuması sizden :)
ama mini blog yazarı gözükmediği sürelerde semirirmiş (yandaki fotoda görüldüğü üzre), yeni gıpgıcır konularla geri dönmeyi beklermiş sadece.
veee artık beklemeyi bırakıp faaliyete geçmiş kendileri! valla söylemesi benden: duyduk duymadık demeyin!
yani müjdesi benden, okuması sizden :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)